Moskova

Moskova

28 Mart 2016 Pazartesi

Bir Rus simgesi: Valenki


Kaynak: http://www.matruska.ru/ 

Kimileri “1500 yıldır bu coğrafyada valenki var ve hep olacak” diyor…

Soğuğa dayanıklı “ulta izolasyonlu” botlar üretilse bile Rusya’da hala onun pabucunu tamamen dama atamıyor… “Valenki”, yani keçeye dönüştürülen saf koyun yününden yapılan geleneksel çizmeler, eksi 40 dereceyi bulan soğuğa direniyor, satışlar düşse bile “modern dizayn”larla Avrupa’da bile satışa çıkıyor.

Arkitera.Com’da derlenen bilgilere göre, hiçbir dikiş, boya ve yapıştırıcı malzeme kullanılmadan yüzde 100 saf yünden hazırlanan ‘valenki’ler, hala tercih ediliyor.

Üretim teknolojileri değişmesine rağmen, tarihi özelliklerini koruyan çizmeler, koyun, deve, at, köpek ve diğer yünlü hayvanların tüylerinin kullanılmasıyla hazırlanıyor.
Tarihte bilinen en eski ‘valenki’lerin, milattan önce dördüncü yüzyılda Altay bölgesinde üretildiği düşünülüyor.

Tibet, Kafkas, Pamir ve Karpat dağlarının sakinleri tarafından da kullanılan ‘valenki’lerin seri üretimi ise 18’inci yüzyılın ilk yarısında Nijniy Novgorod bölgesindeki Semyonovskaya köyünde başladı.

Kimyasal madde yok

Hayvan tüylerinin mekanik baskı sonucu doğal olarak birbirine yapışması özelliği temel alınarak hazırlanan ‘valenki’lerin üretiminde hiçbir kimyasal madde kullanılmıyor.
Sibirya çöllerindeki aşırı soğuk hava şartlarında tercih edilen ‘valenki’ler, İkinci Dünya Savaşı döneminde de Sovyet askerlerinin kullandığı en önemli ayakkabılar.

Tedavi edici özellik

Müze Müdürü Galina Aleksandrovna Volkova, ‘valenki’lerin 200 yıllık tarihe sahip olmasına rağmen, günümüzde de yaygın bir şekilde kullanıldığını söyledi.

‘Valenki’lerin özellikle balıkçılar, avcılar, ülkenin Uzakdoğu bölgelerinin ormanlarında çalışanlar, askerler tarafından tercih edildiğini söyleyen Volkova, ”valenkiler, sadece ayakları sıcak tutma özelliğinden dolayı değil, aynı zamanda rahatsız ayakları tedavi edebilme özelliğinden dolayı da popüler oldu” dedi.


Rus uzmanlar, Deli Petro ve İkinci Yekatrina gibi çarların ‘valenki’leri bel ağrılarını tedavi için kullandıkları tarihçiler tarafından kanıtlanırken, çocukların üç yaşına kadar ‘valenki’ kullanması halinde takdirde bağışıklık sisteminin çok güçlendiğini belirtiyorlar.

Bir Sovyet geleneği: Rus banyosu “Banya”


Kaynak: http://www.matruska.ru/ 

Rusçada “banya” olarak bilinen Rus banyosu yararlı mıdır, zararlı mıdır? Tarihte ne zaman ortaya çıkmıştır? Venik nedir? İşte tüm soruların yanıtı bu paylaşımda.

1. Rus banyosu nedir?
Halk arasında buhar banyosu ya da sadece banyo olarak da bilinen Rus banyosu, yüzyıllardır Rusya’da, Ukrayna’da yaşamın değişilmez bir parçası olagelmiştir. Çarlardan köylülere kadar tarihler boyunca Ruslar, Rus banyosunu sadece yıkanmak için değil, aynı zamanda birtakım dini seremoniler düzenlemek ve hastalıklarına şifa bulmak için de kullanmıştır.

2. Rus banyosunu özel kılan nedir?
Rus banyosunun özelliği, nem oranının atmosferdeki nem oranına yakın oluşu. Normal bir saunada nem oranı yüzde 5-10, sıcaklık ise 100 derecenin üzerindedir. Diğer tip banyolarda, örneğin Türk hamamında nem oranı yüzde yüze yakınken, sıcaklık ise 40 dereceyi geçmez. Rus banyosunda ise nem oranı yaklaşık yüzde 60-70 olup, sıcaklık ise en fazla 80 dereceye kadardır. Rus banyosundan çıktığınızda kendinizi 10 yıl genç, cildinizin ise bebek gibi yumuşak ve pürüzsüz olduğunu hissedeceksiniz.

3. Venik nedir?
Rus banyosunun demirbaşlarından biri venik’tir. Rusçada süpürge anlamına gelen venik sözcüğü, Rus banyosunda, güzel kokulu huş ağacı yaprakları veya ince meşe dallarından yapılan yaprak süpürgesi anlamında kullanılır. Venik yardımıyla vücuda uygulanan masaj, kan dolaşımını hızlandırdığı gibi, metabolizmanın faaliyetlerini de arttırır. Venik masajı ayrıca, vücuttaki zararlı mikrop ve virüsleri yok eder ya da üremelerini engeller. En önemlisi ise, metabolizmanın faaliyetlerini arttıran venik, cildin erken yaşlanmasını önler.

4. Rus banyosunun sağlık açısından başka ne gibi fayda ve zararları vardır?

Rus banyosu yorgunluğu azaltmasının ve insan organizması üzerinde rahatlatıcı bir etki yaratmasının yanı sıra, terleme yoluyla vücuttaki kirlerin atılmasına, vücuttaki bakterilerin ortadan kalkmasına ve cilt bozukluklarının, yaraların ve çeşitli tramvaların iyileşmesine de yardımcı olur. Yüksek ısının ardından girilen soğuk su havuzu ise kan basıncını arttırır. Rus banyosundaki buharın diğer saunalara göre daha kuru oluşu da buharın insan organizması üzerinde yaratabileceği olumsuz etkileri daha aza indirir. Fakat tüm bunlara rağmen, tüm saunalar için geçerli olduğu gibi, yüksek ateş, kalp veya yüksek tansiyon hastalığı olanlar için Rus banyosu da tavsiye edilmiyor.

5. Tarihte Rus banyosu ne zaman ortaya çıktı?
Slavların toprağını gördüm. Ve içlerine girdiğim zaman, onların tahta hamamlarının farkına vardım. Yüksek ısıda kendilerini ısıtıyorlar ve ardından çıplak vücutlarını donyağı ile yağladıktan sonra genç dallarla birbirlerini kırbaçlıyorlardı. Birbirlerini o kadar vahşice kırbaçlıyorlardı ki, güçbela ayakta durabiliyorlardı. Sonra da vücutlarını soğuk suda ıslatıp yeniden canlanıyorlardı. Ve her gün kendilerine bu eziyeti reva görüyorlardı. Onlar bu işlemi sadece yıkanmak için değil, eziyet çekmek için de yapıyorlardı.” St.Adrew’in 1113 yılında dile getirdiği bu sözlerden de anlaşılacağı gibi, Rusların banyo geleneği çok eskilere dayanır. Rus banyosu ortaçağlardan beri Rusların en önemli ulusal geleneklerinden biri olagemiştir. Rus banyosuna dair ilk yazılı bulgular 945 yılına aittir.

6. Rusların evlerinde veya daçalarında kendi Rus banyoları var mıdır?
Daçası (yazlık evi) olan Ruslar ve Ukraynalılar arasında Rus banyosu çok yaygındır. Rusya’da çoğu daçanın yanında kendi banyosu da bulunur. Buralarda buhar banyosundan sonra Ruslar soğuk su havuzları yerine, kendilerini evlerinin bahçesindeki tertemiz kara bırakarak vücut ısılarını düşürürler.

7. Rus banyosuna giderken yanımıza ne almalıyız?
Hemen hemen tüm Rus banyolarında havlu ve terlik verilmesine karşın, yine de giderken kendi havlunuzu ve terliğinizi götürmenizde fayda var. Sabun ve şampuan da Rus banyolarında genelde mutlaka bulunur, fakat her ihtimale karşı onları da yanınıza almanız tavsiye edilir. Başınızı yüksek ısıdan korumak istiyorsanız, Rus banyosuna giderken bir de başlık götürmeyi unutmayın.

8. Rus banyosunda kesinlikle yapılmaması gerekenler nelerdir?
Rus banyosunda kesinlikle alkol almayın. Yüksek ısıda alkol almanın kalp sağlığını olumsuz etkilediği biliniyor. Soğuk içecekler terlemeyi yavaşlatır. Onun yerine çay, kahve gibi sıcak içecekleri tercih edin. Kalbinizle ilgili bir rahatsızlığınız varsa, mutlaka Rus banyosuna girmeden önce egzersiz yapın. Buhar odasındayken çok fazla hareket etmeyin, egzersiz yapmaktan kaçının.

Bir Sovyet içeceği: Tarhun


Kaynak: http://www.matruska.ru/ 

Tarhun Wikipedi’deki tanımı ile papatyagiller familyasından bir yavşan türü. Kuzey yarım kürede özellikle Rusya’nın Sibirya bölgesinde yetişen 120-150 cm boyu olan, yaprakları 2-8 cm olan bir bitki.

19. yüzyıldan bu yana tüketilen ünlü gazlı içeceğe ismini verir. Mitrofan Lagidze isimli Gürcü eczacının ürünü Tarhun ancak 1981 yılında seri üretime geçebilmiştir. Azerbaycan, Ermenistan, Gürcistan, Rusya’da hala satışı yapılmaktadır. Yeşil renkli gazlı içecek efsane marka “Черноголовка” adı altında Rusya’da satılmaktadır.

Ayrıca ülkemizde Bayburt’un Yedigözeler köyünde aroma bakımından zengin olarak yetişir. Yörede “dargun” olarak isimlenmiştir. Ekonomik getirisinden dolayı “yeşil altın” olarak da anılmaktadır.


Rusya’ya gelirseniz mutlaka tadın deriz.

40 yıl Rus hakimiyetinde kalmış şehir: Kars



“Farklılıklarımız, zenginliklerimizdir derler. Kars’ı da farklı kılan zamanların başında, getirdikleri ve götürdükleri ile kırk yıllık bir dönem gelir. Bu dönem, 1877-78 Osmanlı-Rus savaşları sonucunda, 1878-1919 yılları arasında geçen 40 yıllık Rus hakimiyeti dönemidir. “

Rusların Çarlık döneminde sıcak denizlere inmek hayali, Kafkasya’da, 18. Yüzyıldan sonra, Osmanlı- Rus çatışmasını hareketlendirmiş ve bu durum Osmanlılar aleyhine gelişmişti. Bu amaçla Çarlık Rusya’sı, Balkan’lar ve Kafkas’lar üzerinden saldırılara başladı. Kırım savaşında bir sonuç elde edemeyen Ruslar, 1877-78 Osmanlı-Rus savaşı ile beraber, Osmanlı İmparatorluğu’nu yenmiş ve Berlin antlaşması ile, Kars, Ardahan ve Batum sancakları savaş tazminatı olarak Rusya’ya verilmişti. İşte o zamandan, 1918 yılına dek sürecek olan, 40 yıllık Rus hakimiyeti dönemi böylece başlamış oldu.

Kars’ın Çarlık Rusya’sı için anlamı çok farklıydı. Askeri bir üs olmasının yanı sıra oblast yani eyalet ünvanı alan Kars’a verdikleri önemi, görkemli binalarla süsleyerek kanıtladılar.

Kars’taki mimari doku, 40 yıllık Rus varlığının en canlı en gözle görünür kanıtıdır.

Yapılış amacı soylu sınıfın ihtiyaçlarına yanıt vermek olsa da, asıl hedefleri kente yeni bir kimlik kazandırma, politik ve kültürel gücün mimari yolla gösterilmesiydi. Rusların yaptırdığı Kars Kız Lisesi olarak kullanılan bina, daha sonra belediye binası olarak hizmet vermiş. 

Bugün Kars’taki pek çok resmi kurum binası, bir zamanlar Çarlık Rusya’sının Kars’ta yaptırdığı o görkemli binalardır. Eskiden opera binası olarak kullanılan Hekim evi gibi. Ruslar, Kars’ı işgalin ardından, bir arazi kanunu çıkararak halkın toprak mülkiyetini kaldırmış, tüm araziler devlet malı sayılmıştı. Çarlık idaresi tüm Kars’a askeri binalar yaparken, Ermeni ve Rumlar da yeni açılan caddeler üzerinde kendileri için evler ve konaklar yaptırdılar. Vali Konağı binası da bunlardan biri.

“Vali Konağı binası 1883 yılında yapılmış. Konağın ilginç bir de hikayesi var. Rus hakimiyetine giren Kars’ta, ticaret de bir süre sonra Rusların eline geçer. Bunun üzerine halk arasında bir dedikodu çıkar; yağ ve şekerde domuz yağı kullanıldığına dair. Bunun üzerine halk, Ermeni ve Rus tüccarlardan bu tüketim maddelerini almayı keserler. Bunu fırsat bilen Erzurumlu, Stavişku adında bir tüccar, kente toptan mal getirip, bütün şehre dağıtır. Stavişku üç dört yıl içinde bu yolla çok zengin olur. Ve bu yolla kazandığı paralardan da kentin en güzel yerine işte bu konağı yaptırır. “ 

Bir Sovyet fenomeni: Baykal kola



Sovyet döneminin bir başka fenomen ürünü Baykal kola ile karşınızdayız. 

1976 yılında seri üretime başlanan alkolsüz, gazlı içecek Baykal, piyasaya sürülmesiyle birlikte Sovyetler’in merkez şehirlerinden en ücra yerleşim birimlerine kadar en fazla tüketilen içeceklerden biri olmuştur.

Bir soğuk savaş ürünü olan Baykal, 1973 yılında Amerikan kola markası Pepsiko’nun Sovyetler’de boy göstermesine karşılık yapılmış bir rekabet ürünüdür. Ciddi bir reklam ve propaganda sonucu Pepsiko’nun yerini yerli ve milli olarak Baykal almıştır.

İlk üretimi ile şuan piyasadaki Baykal arasında farklılıklar olduğu açıklanmıştır. O zaman içeriği gizli olan Sovyet markasında daha sonradan belli bir miktar alkol olduğu saptanmıştır.

Günümüzde ise üzerinde Tolstoy, Çehov, Bulgakov gibi ünlü Rus yazarların resimlerinin olduğu ambalajlarla satılmaktadır.

Rus dili hakkında 12 ilginç bilgi


Kaynak: http://www.matruska.ru/ 

1. Rusça’da Ф “f” harfi ile başlayan kelimeler genelde başka dillerden geçmiş kelimelerdir. Puşkin “Сказке о царе Салтане” isimli eserinde sadece bir yerde ф ile başlayan bir kelime “флот” (donanma) kullandığı için çokça övünmüştür.

2. Rus dilinde “Й” ile başlayan sadece 74 kelime vardır. Herkesin ilk aklına gelenler ise йод (iyot), йога (yoga), Йошкар-ола (Yoşkar-Ola) dır.

3. Çok nadir de olsa “Ы” ile başlayan kelimeler genelde nehir ve şehir isimlerinde kullanılmış. “Ыгыатта, Ыллымах, Ынахсыт, Ыныкчанский, Ытык-кюёль” gibi.

4. “Е” harfinin üç defa tekrarlanması ile oluşan “длинношеее” (uzun boyunlu) kelimesi Rus dilinde tektir.

5. “Вынуть” çıkarmak fiili köküne ayrılmayan tek kelimedir.

6. Rusça’da tek heceli sıfat kötü kalpli manasına gelen “Злой” dur.

7. “Бык” öküz ve “Пчела” arı aynı kökten oluşan kelimelerdir.

8. 16. yüzyıla kadar Ruslar yakışıksız sözleri “abes fiiller” olarak adlandırıyorlardı.

9. “Рентгеноэлектрокардиографического” kelimesi 1993 yılında Rusça’nın en uzun kelimesi olarak Guinness rekorlar kitabına girmiştir.

10. Rusça’da bazı fiillerin tamamlanmış fiilleri yoktur veya çekimlenirken eksik çekimlenir.. “Победить” yenmek fiili buna en iyi örnektir. Он победит, ты победишь, я… победю? побежу? побежду? Soru işareti olan yanlış formların yerine filologlar «я одержу победу» veya «стану победителем» yani kazanacağım anlamına gelen sözleri kullanmayı önermektedirler.

11. Dikkati dağınık, Rusça bilmeyen bir İngiliz’in yanında “Я люблю вас” (ya lyublyu vas) yani seni seviyorum dediğinizde onu muhtemelen «yellow-blue bus» olarak algılayacaktır.

12. 6 tane sessiz harfin ard arda gelerek oluştuğu ‘korkmak, korkmaya başlamak’ fiilinin geçmiş zamandaki hali “взбзднул” yine Rusça’nın enleri arasındadır.

8 Mart 2016 Salı

Rusya denince en sık yapılan dil yanlışı: “Na zdarovye!”

Suat Taşpınar/ Moskova

Dünyada aynı anda hem en yaygın, hem de en yanlış kullanılan Rusça deyişin o olduğunu düşünenler çoğunlukta:

"На здоровье", yani "Na zdarovye!"

Çoğu yabancı bu sözün Ruslarla kadeh kaldırırken "Şerefe!" anlamına geldiğini sanıyor ve öyle kullanıyor.

Pek çok Slav kökenli dilde doğru olabilir, ama Rusya'da hem teoride, hem de pratikte hatalı.

Yanlış olduğunu turistler de, Rusya'da yaşayan biz yabancılar da genelde içki sofralarında tecrübe ederek öğreniyoruz.

Rusçada "здоровье", yani Türkçe okunuşuyla "zdarovye", sağlık anlamına geliyor.

Peki çoğumuzun "şerefe" demek olduğunu sandığımız "na zdarovye" deyiminin Rusçadaki tam karşılığı ise, "Afiyet olsun, yarasın" demek ve bir ikrama teşekkür edilirken kullanılıyor.
Bazen "Güle güle kullan" yerine de geçiyor.

Ama Türkçeden birebir çeviri yaparak illa ki "sağlığa" içecekseniz, "na zdarovye" değil "za zdarovye" demek gerekiyor.

Üçüncü kadeh aşk için

Herkesin sırası farklı olmakla birlikte, Rusya'da genellikle formal durumlarda ilk kadeh "tanışmaya", ikincisi "ebeveynlere", üçüncüsü "aşka" kalkıyor.

Sonrası herkesin hayal gücüne bırakılıyor.

"Na zdarovye"nin Türkçede "şerefe" diye yaygın kullanımı, muhtemelen Avrupa'daki Slav kökenli ülkelerde bu anlama gelmesinden kaynaklanıyor.

Çekçe, Slovakça, Bulgarca, Lehçe, Slovence dahil pek çok dilde, yazılışlarında ve telaffuzlarında küçük farklılıklar olsa da kadeh kaldırılırken "na zdravi- na zdravye", yani "sağlığa" deniyor.

Ayrıca 1980'lerde hem Türk futbolunda Yugoslavya teknik direktör ve futbolcu hakimiyetinin olması, hem de ilk bavulcuların bu coğrafyadan gelmesiyle, "na zdarovye" deyiminin de Türkçede "şerefe" diye yer edindiği, sonrasında Ruslarla ilişkilere bu yanlış şekliyle aktarıldığı düşünülüyor.

Sonuç olarak, Türkiye ile Rusya arasında şu günlerde soğuyan ilişkiler aynı masalarda kadeh kaldırma imkanını azaltsa da, işin doğrusunu bilmekte fayda var.

En iyisi sağlığı içki sofrasına meze yapmadan, kadehi aşka (za lyubov), dostluğa (za drujbu) ya da barışa (za mir) kaldırmak.

En çok eksiği çekilen şeylere...

7 Mart 2016 Pazartesi

Saşa Sokolov’un Budalalar Okulu


Asuman Kafaoğlu-Büke 
Radikal

“Yakında öleceğini çok iyi biliyordu”

Saşa Sokolov’un Budalalar Okulu Türkçede. Roman 1970’lerden beri hep Finnegan’ın Vahı ile karşılaştırılmış ayrıca yıllarca Sovyetler’de yasaklandığı için ancak kaçak baskıları yapılabilmiş. İlgi odağı olmasında Sokolov’un renkli kişiliğinin de payı var.

Bir yıl nasıl başlarsa öyle gidiyor galiba. Bu yıla James Joyce’un başka dile çevrilmesi imkânsız denilen ünlü romanı Finnegan’ın Vahı ile başlamıştık, şimdi yine çevrilmesi çok zor, dil oyunlarıyla dolu kült bir roman var: Çağdaş Rus edebiyatının en önemli temsilcilerinden Saşa Sokolov’un Budalalar Okulu. Roman 1970’lerden beri hep Finnegan’ın Vahı ile karşılaştırılmış ayrıca yıllarca Sovyetler’de yasaklandığı için ancak kaçak baskıları yapılabilmiş. Romanın ilgi odağı olmasında Sokolov’un renkli kişiliği de mutlaka rol oynamıştır, yeraltı edebiyatının her ülkede geniş bir takipçi kitlesi olur.

Saşa Sokolov babasının askeri ataşe olarak görev yaptığı Kanada’da (1943) dünyaya gelmiş ama babası Sovyet ajanı olmakla suçlanınca sınırdışı edilip Sovyetler Birliği’ne ailece geri dönmüşler. Askeri okuldan atılması, ülkeden kaçmaya çalışırken İran sınırında yakalanması, onun gençlik yıllarını belirleyen olaylar olmuş. Yirmili yaşlarında yazmaya başladığı Budalalar Okulu’na getirilen yayın yasağı üzerine Avusturya vatandaşı olan ikinci karısı kitabı yurtdışında bastırabilmiş. Daha sonra karı-koca başlattıkları açlık grevi nedeniyle 1975’te Sokolov’un Avusturya’ya karısının yanına gitmesine izin verilmiş ve bir dönem Avrupa’da kaldıktan sonra Sokolov halen yaşamakta olduğu New York’a yerleşmiş (bu arada otuz yılı aşkın süredir Amerika’da yaşamasına rağmen yazı dili sadece Rusça). Sokolov daha sonra üç roman (son romanı bir yangında yok olmuş) yazmasına rağmen genelde sadece Budalalar Okulu’nun yazarı olarak bilinir.

Budalalar Okulu’nun başlığı ilk başta Dostoyevski’nin Budala’sını akla getiriyor fakat sanırım Rusça başlıkta kullanılan sözcük aynı değil. İngilizce çevirilerinde de “İdiot” değil “Fool” kullanılmış. Roman şizofrenik bir çocuk tarafından anlatılıyor ve romanda ilk dikkat çeken şey, anlatıcının “ben” yerine “biz” kullanıyor olması. Çok kişilikli bir zihnin anlatımı bu. Anlatılan olaylar yaşanılan olaylar değil, düşünülen ya da hayal edilen olaylar. Yani başka bir deyişle, olaylar gerçek yerine dilsel bir gerçeklik içinde oluşuyor. Anlatıcının hayal dünyası içinde yeni bir gerçeklik kazanıyorlar.

Dostoyevski’de rasyonalite hayatta kalmak anlamını taşır ama sanatçı saf bir şekilde irrasyonel olana bağlıdır. Sokolov’un irrasyonalite ile bağlantısı Dostoyevski romanlarında gördüğümüzden farklı, burada zihnin işleyiş sürecini göstermeyi hedefliyor yazar, aklın mantıksal çıkarımlardan yoksun oluşu, gerçeklikle bağlantısının kopukluğu gibi farklı bir akıldışılık devreye giriyor. Adını bilmediğimiz anlatıcı çocuk etrafındaki yetişkinlerin dünyasındaki yozlaşmaları hissediyor ve buna direnmek için gerçeklikten kopuyor. Zihninin içinde hiç susmayan bir konuşma sürüyor, kimin daha etken olduğu ise hiç anlaşılmıyor. Her iki kişilik diğerinin farkında, diğerine üstünlük kazanma çabasında fakat biri diğerinden daha güçlü değil. Bazen ortak bir biz üzerinden anlaşıyorlar ama çoğu zaman zıtlaşmayla geçiyor iç monologları. Bunu hemen romanın ilk satırında anlıyoruz, “Evet, ama…” sözleriyle açılıyor roman, hep birinin diğerine ama diyerek alternatif düşünce geliştirdiğini görüyoruz.

Çift kişilikli olan sadece anlatıcı değil Budalalar Okulu’nda. Anlatıcının karşılaştığı herkes ayrı bir alt ego taşıyor. Bunlara kendince isim veriyor anlatıcı, Mikheev’e Medvedev eşlik ediyor; Savl ve Pavel de aynı adamın ikiye bölünmüş halleri. Nasıl herkes kendi karşıtını içinde taşıyorsa, her duygu da karşıtıyla birlikte geliyor. Bu durum anlamayı zorlaştırıyor belki ama derinlik de kazandırıyor. Sevilen bir şey aynı zamanda korku yaratıyor. Neşeli bir insan aynı zamanda korkularını dile getiren biri. “… uzun süren ağır bir hastalığı vardı ve yakında öleceğini çok iyi biliyordu, ama belli etmiyordu. Çok neşeli davrandı, daha da doğrusu – okulun tek neşeli insanıydı, durmaksızın şaka yapardı. Kendini ne kadar kötü hissettiğini, korktuğunu söylerdi, sanki onu herhangi bir tesadüfi rüzgâr getirmemiş gibi.”Bölünmüşlük aynı zamanda romana eşsiz bir şiirsellik kazandırıyor. “Kaygı Bakanlığı’nda kapıcı olarak” çalışmak, bir hayalet olmayı arzulamak, öteki benliğin yargıları içinde kaybolmak bunlardan bazıları. Bir başka çok hoş örnek, birkaç kitabı aynı anda okuyor olması. İçinde farklı kişileri barındırdığı için, her biri farklı sayfalar okumak zorunda kalıyor.

“… biz önce bir kitabın bir sayfasını okuyoruz, sonra başka bir kitabın bir sayfasını, sonra üçüncü kitabı alıp onun da tek bir sayfasını okuyoruz, sonra yeniden dönüyoruz ilk kitaba. Böyle daha kolay, daha az yoruluyor insan.”

Budalalar Okulu beş bölümden oluşuyor. İlk bölümde çoklu anlatıya alışmak çok zor geliyor fakat ikinci bölümle (Verandada Yazılmış Öyküler) birlikte duygular öne çıkıyor, anlatıcıyı ve anlattığı insanları tanımaya başlıyoruz. Romanın Vasiyet adını taşıyan son bölümünde ise anlatı doruğa ulaşıyor. Roman tam anlamıyla bütünlüğe kavuşuyor ve sadece kendi içinde değil, edebiyat tarihi içinde de anlam kazanıyor.


Bu kitabı ilk başta yazarı kadar çevirmeni için de okumak istedim. Çevirmen Sabri Gürses’in adını ilk kez Andrey Bitov’un Puşkin Evi (Yapı Kredi Yayınları, 2015) çevirisinde okuyup çok beğenmiştim; Sokolov’un da karmaşık anlatısını bildiğim için özellikle çeviriyi merak ediyordum.Puşkin Evi gibi Budalalar Okulu’nda da çok başarılı buldum çeviriyi. Başka bir dile zor aktarılacak bu romanların dilimize kazandırılmasını çok önemli buluyorum. Çağdaş dünya edebiyatını ancak bu tür özverili çalışmalar sayesinde tanıyabiliyoruz.

BUDALALAR OKULU
Saşa Sokolov
Çeviri: Sabri Gürses
Timaş Yayınları, 2016

2 Mart 2016 Çarşamba

Rus dilinde aşağılamak için kullanılan 7 sözcük



1
Дурак - durAk
Yaygın olan ve Rusların en çok kullandığı aşağılayıcı kelimelerden biri. Anlamı "salak" olan bu kelime Rusların tahminlerine göre hindi-avrupai dillerden gelmekte, kelime anlamı ise " ısırılmış "

2
Сволочь - svOlıç
Eskiden kenara atılmış çöp anlamına gelen bu kelime günümüz Rusya’sında "şerefsiz" anlamında kullanılmakta. Aynı zamanda " lüzumsuz, gereksiz insan" anlamında da kullanılıyor

3
Подлец - padlEts
Eskiden "vatandaşlığı olmayan" şehirde yaşayanlara söylenen bir kelimeydi. Sonradan zamanla bu kelime aşağılayıcı bir anlam kazandı. Günümüzde "alçak" anlamını taşımakta.

4
Подонок - padOnak
Eskiden yemek artığı anlamı taşıyan bu kelime günümüz Rusya’sında "geri kalmış" anlamını kazandı.

5
Мерзавец - merzAvets
Zamanında "buz tutmuş her hangi bir şey" anlamında kullanılıyordu. Şu anda ise aşağılık insan anlamını taşıyor.

6
Дрянь - dıryAn'
"Yırtık" anlamını taşıyan kelime şu anda "çöp insan" anlamını taşıyor.

7
Быдло - bydlO

Polonya dilinden tam olarak " hayvan " olarak çevriliyor. Ancak "sığır" anlamında Ruslar tarafından kullanılıyor.

Sergey Yesenin ve Isadora Duncan’ın çatışmalı aşkı


Derya Önel


Modern dansın kurucularından Amerikalı Isadora Duncan ve Rus edebiyatının en önemli şairlerinden Sergey Yesenin. İkisi de kendine hayran ve kıskanç. Sergey ve Isadora’nın tutkulu aşkları yaşandığı yıllarda büyük yankı uyandırmıştı.

1921 yılının sonlarına doğru ressam Gheorgi Yakulov’un evinde verdiği partide karşılaştıklarında Isadora Duncan kırk dört yaşındaydı. Yaşamının, kariyerinin zirvesinde, yaptığı işlerden sıkılıp kendine yeni ufuklar açacak işlerin peşinde. Yaşı ilerlemiş, kendinden daha genç, güzel, yetenekli sanatçılar yerini almış. Sıradan tiyatro salonlarından bıkıp usanan Isadora katedrallerde, kiliselerde, tapınaklarda sahneye çıkıp dini cemaatin önünde dans etmek istiyormuş.

Isadora, “Ben kitleler için, sanatıma ihtiyaç duyan ve beni görmek için gereken paraya sahip olmaya çalışan insanlar için dans etmek istiyorum,  ve bunu bedava yapmak istiyorum,” der. Dansı kurumsallaştırmak için gittiği Moskova’da Rusya’nın klasik balede ulaşılabilecek en üst düzeye geldiğini fark etmiş. Dansı gerçek yaşama uzak, yabancı kimliğinden çıkarıp yaşamın içine sokmaya çalışan Isadora, küçük yaştaki çocuklar için Moskova’da dans okulu kurmuş.

Rusya’nın Ryazan köyünde çiftçi bir ailede yetişen Sergey Yesenin ise, 1918 yılında Moskova’ya taşındığında zamanının çoğunu arkadaşlarıyla geçiriyormuş. O zamana kadar çıkan fikir akımlarını reddedip, İmajinistler olarak tarihe geçmek istemişler. Silindir şapkalı, renkli kravatları, yerlere kadar uzanan atkıları, kareli ceketleri, gemici kasketleriyle İmajinistler’in arasında yer alan Sergey Yesenin, ekspresyonizm,  natüralizm, fütürizm, sürrealizm gibi akımlarla boğulan edebiyat dünyasına yeni bir soluk kazandırmayı düşünmüş. 1919 yılı başlarında İmajinistler olarak kuruluş manifestosu yayımlamışlar. Sanatta tek geçerli yasanın yaşamı resim tasvirleriyle görünür kılmak olduğunu iddia etmişler. Resim tasvirini de şiirin en önemli unsuru olarak ortaya koymuşlar.

Isadora Duncan dansı yaşamının kaynağına oturturken Sergey Yesenin devrimi Rus şiirine sokarak çağdaşları tarafından hayranlıkla karşılanmış. Dansın Kraliçesi olarak bilinen Isadora Duncan, Sergey Yesenin’le tanışana kadar evlilik kurumuna karşı durmuş, hayatına giren adamlarla yurt gezileri yapmış. Ancak Sergey Yesenin katı bir din eğitimiyle büyümüştü. Isadora Duncan ise kendinden 16 yaş küçük Sergey Yesenin gibi düşünmüyordu. Isadora, “Dans benim dinimdir”  diyordu. Ancak Sergey Yesenin’in sert tavırları Isadora’yı çok etkilemişti. Birbirleriyle vakit geçirdikçe aralarındaki yaş farkını kapatmışlar. Isadora Duncan, Sergey Yesenin’e duyduğu hayranlığı etrafındakilere şöyle anlatıyordu:

“Bu, beklediğim yegâne kişidir. Bu, yaşam mutluluğumun son dirilişini borçlu olacağım büyük aşkımdır.”

Isadora’nın Sergey’e olan aşkını, hayranlığını göstermekten çekinmeyip her fırsatta dillendirmesi Sergey’in hoşuna gitmiş. Isadora’nın rahat, uçuk tavırlarından etkilenmiş Yesenin. Ülkesindeki kadınlar gibi alçakgönüllü, dindar, yumuşak biriyle birlikte olmak isterken Isadora gibi istediğini elde etmek için bütün dişiliğini kullanan, vahşilik ve şefkat arasında gidip gelen biriyle birlikte olmaya başlamış. Arkadaşları arasında külhanbeyi olarak bilinen Sergey Yesenin’in başını döndüren aşk, zamanla yerini krizlere bırakmış. Bir sabah şiir okuyup, Isadora’ya aşkını ilan eden Sergey Yesenin, ertesi gün onu evinden kovacak kadar değişebiliyordu. Isadora, efendisinin emirlerine uymak zorunda olduğunu zevkle hissetmiş. Sergey Yesenin’in bu sert karakteri Isadora’nın hoşuna gitmiş, ilişkiler için “iki insan arasındaki tutkulu duygular bir drama dönüşmediği takdirde bir şey ifade etmez” diyormuş.

Hayatı boyunca evlilik kurumuna karşı olan Isadora Duncan Sergey Yesenin’ e karşı koyamamış. Evliliklerini Stalin’in politikalarına karşı Sergey’i Rusya’dan çıkarmak ya da Sergey’in Isadora’nın şöhretinden faydalanmak için yaptıklarını iddia etseler de, Isadora “yaşamında ilk kez yasal bir kocaya sahip” oluyordu. Sevincini, “Bize mutluluk dileyen kartlar yazın… Bize tabaklar, tencereler ve tavalar hediye edin…” diyerek paylaşmış.

Döneminin yeniliklerini izleyen modern bir kadın olan Isadora ile kadınlara karşı köy geleneklerine bağlılığını sürdürmeye çalışan Yesenin için evlilik, sahip olma arzusu, güvensizlik ve kıskançlık üçgeninde çatırdamaya başlamış. Bir zaman sonra aralarındaki kültür ve yaş farkı sorun olmuş. Sergey Yesenin’in giderek artan alkol bağımlılığı ayrılık düşüncesinin filizlenmesine neden olmuş. Isadora arkadaşına yazdığı bir mektupta derdini şöyle anlatıyordu:

“Onun için o kadar uzun saatler ağlayıp inlemiştim ki sanki içimdeki tüm insani acıma yeteneğim tükenmişti.”

İçinde hâlâ yaşam enerjisi bulunduran Isadora, alkol bağımlılığına hastalık derecesindeki şüpheciliği eklenince dayanılmaz biri olan Sergey Yesenin’e daha fazla tahammül edememiş.

1927 yılında 27 Aralık gecesi kaldığı otel odasında şiir yazmak isteyince mürekkep bulamayan Sergey Yesenin, bıçakla çizdiği kolundan akan kanla şiir yazmış. Ertesi sabah kahvaltı için otel görevlileri odaya girince Sergey Yesenin’i pencereye asılmış halde bulmuşlar. Arkadaşları odaya girince yere atılmış sigaralar, devrilmiş masa, gece lambası görmüş.

Bir gece önce kanıyla yazdığı mektubu, arkadaşı Ehrlich’in elindeydi.

Elveda dostum benim, elveda
Can dostum seninle dolu göğsüm
Çok önceden belirlenen bu ayrılık
Buluşmayı vadediyor ileride bir gün.
Elveda dostum el sıkışmadan, konuşmadan,
Üzülme ve kaşlarını eğme mutsuz.
Ölmek yeni bir şey değil dünyada,
Ama yaşamak da daha yeni değil kuşkusuz.

Isadora Duncan’ın ölümü ise, genç erkeklere olan zaafıyla birlikte gelmiş. Genç İtalyan sevgilisinin Bugatti otomobiliyle gezmeye çıktıklarında arabanın açık penceresinden rüzgârda havalanan atkısı tekerleğe dolanınca boynu kırılan Isadora Duncan yaşama veda etmiş.

Sergey Yesenin ve Isadora Duncan bir dönem tutkulu bir aşk yaşasalar da hazin yaşam öyküleriyle anılmışlar. Aşklarıyla tarihe geçmeyi reddeden Sergey Yesenin, Rus edebiyatındaki saygın yerini korurken Isadora Duncan’ın adı da dans tarihine altın harflerle yazılmış.


(Kaynak: Carola Stern, Aşklar ve Çiftler “Isadora Duncan & Sergey Yesenin”, Çeviren: Atilla Dirim, İletişim Yayınları, 2000)

1 Mart 2016 Salı

Dişçi korkusu


M. Hakkı Yazıcı


İgor’un sevimli bir yeğeni var, ablasının oğlu Pavel Zubov. Bizim ofise ara sıra uğrardı. Dişçilik fakültesinde okuyordu.

Malum “Zub” Rusçada diş demek. İlginç değil mi? Çocuk soyadına uygun bir meslek seçmişti kendisine.

Geçenlerde yine uğradı. Meğer mezun olmuş.

Zaman ne çabuk geçiyor?!

Bir klinikte çalışmaya başlamıştı; elinde kliniğin reklam broşürlerini getirmiş, hepimize birer tane dağıttı.

“Yahu,” diyor Serkan, “Niyeyse ‘dişçi’ kelimesi bile kalp atışlarımın hızlanmasına yetiyor.”

“Al benden de o kadar,” diyorum.

Genellikle en çok korkulan şeylerden birisi dişçi koltuğuna oturmak. Çok az insan diş hekimine rahatlıkla gidebilirken, pek çoğu yıllarca bundan kaçınır ve hatta sorunlar sağlıklarını iyice tehdit eder bir noktaya gelse bile gidemez?

Sanırım ben ikinci kategoriye giriyorum.

Ağızda çalışılırken ortaya çıkan gürültü, hastanın ağzını devamlı açık tutmak zorunda kalması, iğne korkusu, canının yanacağı düşüncesi, bu duygular hiç sevimli değil kuşkusuz.
Bana göre bunlardan haz alan düpedüz mazohisttir.

Kimi iğneden korkar, kimi diş hekimine gitmekten nefret eder. İkisi bir arada olunca durum kişi için resmen kabusa döner!

O aeratör müdür nedir, o alet yok mu? Koca bir elektrikli inşaat matkabından bence hiçbir farkı yok.

Adına kibarlık yakıştırmak için mi nedir bazıları “aeratör” diyor. O alet de bir nevi matkap. Dişçi matkabı…

Serkan, "Dişin içine giriyo böyle bııızz diye, sanki beynimi deliyomuş gibi" diye anlatıyor aeratör tabir edilen o aleti.

Bir de anguldruva mıdır nedir, öyle bir alet var. O, bu falan; hepsi birer işkence aleti...

İgor, sırıtarak:

“Dişçi korkusu. Yaaniii, dentofobi!” diyor.

İgor, muhabbeti sevmiş, devam ediyor:

“Yahu eğer korktuğun şey anestezi iğnesiyse, bunun öyle mızmızlanacak bir ağrısı yok; hepimiz mutlaka bir yerlerimizi kesmişizdir, canımız acımıştır. Öyle değil mi?”

Pavel, gülerek bizi dinliyor.

Serkan, bedava dişçiyi buldu ya, hemen laf arasında;

“Pavel, benim dişlerim çok sarardı, ne yapabilirim?” diye soruyor.

Pavel’in cevabı hazır:

“Kahverengi kravat tak!” diyor.

Gülüyorum, “Afferim Pavel’e, diyorum. Eee, ne de olsa dayısına çekmiş; espri yeteneğini ondan kapmış.

İgor, bizden Pavel’i desteklememizi istiyor; dişçiye ihtiyacı olana, eşe dosta tavsiye etmemiz gerektiğini söylüyor. Ne de olsa yeni mezun genç bir diş doktoru, tanıtıma gereksinimi var.

“Tamam, “ deyip, söz veriyoruz. “Aklımızın ucunda olsun.”

***
Pavel, eskiden arada bir gelirken, ziyaretlerini sıklaştırmaya başladı. Bizi müstakbel müşterileri arasında görmeye mi başlamıştı, ne?

Aslında bizim aramız hep iyidir, birbirimiz severiz. Ofise her geldiğinde benim masamın önündeki koltuğa otururdu. Yadırgamıyordum.

Memleket haberlerinden, memleketler arası meselelerden konuşurduk. Politikaya meraklıydı. Hep anlaşmamız mümkün değil kuşkusuz, ama birbirimizi hep saygıyla ve dikkatle dinleriz.

Yine bir gün geldi.

Bir ara İgor’la Pavel kendilerine çay almak için çıktıklarında, odada yalnız kaldığımızda Serkan, “Abi farkında mısın Pavel, sen her ağzını açtığında, oturduğu yerden dikilip senin ağzının içine bakıyor.”

Hiç dikkat etmemiştim.

“Hadi ya!” dedim.

Kapı açıldı, İgor’la yeğeni ellerinde çay bardaklarıyla gelip yerlerine oturdular.

Dikkat ettim; gerçekten Pavel, ben her ağzımı açtığımda dikilip bakıyordu.

İgor da işe çanak tutuyordu. O malum fıkralarını arka arkaya sıralıyordu. Ben kahkahalara boğulurken elimde olmadan ağzım sonuna açılıyordu.

Hop, Pavel iş başında… Gözleri ağzımın içinde...

İgor, tarz değiştiriyor, sıkıcı konulara geçiyor. Bu defa esnemeye başlıyorum. Esnerken ağzım açılınca Pavel yine dikiliyor. Gözleri yine ağzımın içinde…

Delirmek işten değil.

***
İyice strese girmiştim.

Pavel, geldiğinde artık kendimi kontrol etmeye başlamıştım; ağzımı açmamaya dikkat ediyordum.

Bir akşam bu düşüncelerin yarattığı stresten midir nedir, eve gidince hep korktuğum şey başıma gelmez mi?

İhmal ettiğim, senelerdir sönmüş bir volkan gibi olan dolgusu düşmüş dişim ağrımaya başlamasın mı!

Günün birinde böyle olacağı belliydi.

Gece sabahı zor ettim. Bereket versin evde ağrı kesici haplar var. En etkililerinden birinden iki tablet yuttum; ama yine de bana mısın demedi.

Perişan, uykusuz, mutsuz bir halde ofise gittim.

İgor, daha içeri girer girmez durumumda bir tuhaflık olduğunu anladı.

Ağrıyan dişim apse yapmış yanağımda hafiften şişmişti.

Tuvalete gidince aynada yüzüme baktım. Çok komik olmuştum. Kendime gülecek halim yoktu ya, ama başkalarının gülecekleri kesindi.

İgor, “Yahu şu inadından vazgeç te Pavel’in kliniğine git. Bir baksın, ikna olmazsan başka bir kliniğe gidersin. Yoksa daha büyük işler açılacak başına,” dedi.

Düşündüm, haklıydı. Daha içeride yarım saat bile oturmadan kliniğe gitmek üzere dışarı çıktım.

Yulia, “Giyotin” hikayesindeki şakamızı unutmamış, sanki intikam alırcasına peşim sıra:

“Senin diş ağrını ancak Gilyotin keser,” diye bağırıyordu.

Serkan, arkamdan koşturdu, “Müdürüm seni bu halde yalnız bırakamam, arabayla götüreyim,” dedi.

***
Kliniğe gittiğimizde resepsiyondaki kıza hemen Pavel’i sorduk.

Pavel, odalardan birinden çıkıp geldi. Beni görünce bir mutluluk tebessümü yayıldı yüzüne.
Sanki çoktan beri bu anı bekliyormuş hissine kapıldım.

Pavel’in içeride başka bir hastası daha vardı. “Vay be, çocuk mesleğe yeni, ama hızlı başlamış,” dedim Serkan’a.

“Abi, ne biliyoruz, çocuk belki de iyi bir dişçi,” dedi.

“Yahu benim derdim dişçilerle değil ki, o işkence aletleriyle…”

Anestezi iğnesi, aeratör, anguldruva, vesaire, vesaire…

Pavel iki dakika müsaade isteyip içerideki müşterisinin yanına gitti.

Kapının aralığından görüyoruz. Dişçi koltuğunda oturan genç kızın aslında inci gibi sağlıklı dişleri vardı. Ama onun da bir dişi oyunbozanlık yapmıştı işte.

Kızcağız gergin, “Doktor bey, çok heyecanlıyım ilk defa dişim çekilecek de!” diyor.
Pavel, yüzünde hain gülüşü:

“Önemli değil bu benim de ilk çekim tecrübem olacak!” diyor, sonra kapı aralığından bize, yani seyirci kitlesine bakıp, beğendiniz mi esprimi der gibi göz kırpıyor.

Pavel, hemşire ilaçları ve aletleri hazırlarken bir koşu yanıma geldi. Beni başka bir odaya aldı, şöyle göz ucuyla ağzımı açtırıp baktı.

Üstüme koca gövdesiyle abanırken ayağıma bastı. Yüzümü buruşturduğumu görünce:

“Yahu, daha dişine dokunmadım bile, niçin acıyormuş gibi yapıyorsun, çok ayıp!” diye çıkıştı.

“Pavel’cim, dişime henüz dokunmadın, ama farkında olmadan ayağıma basıyorsun, acıyor!”

“Ha, pardon,” diye özür dileyip beni dişçi koltuğuna yerleştirdi.

Bu arada odaya daha kıdemli bir doktor geldi. Sanırım hocasıydı. Kısaca bilgi aldı. “Hangi diş?” diye sordu. Pavel gösterdi.

Hocası, “Ne yapmayı düşünüyorsun bu dişi?” diye sordu.  Pavel, “Bu diş bitmiş, mecburen çekeceğim hocam,” cevabını verdi.

Adam, “Bir daha dikkatli bak, belki kanal tedavisiyle falan kurtarırsın,” dedikten sonra odadan çıktı.

Yalnız kalınca Pavel, yine beni iyice çileden çıkaran şakalarından birini yaptı:

“Bu dişi kurtarabilirsek kurtarırız. Yoksa mecburen çekeceğiz. Sana tanıdık olduğun için indirim uygulayacağız. Bildiğim kadarıyla iğneden korkuyorsun. Anestezi yapıp yapmayacağımız senin tercihine bağlı. İyice ucuz olsun diyorsan anestezisiz yaparız. Ağrısız çekim olursa üç bin ruble, ağrılı çekim olursa altı bin ruble. Ancak çekim sırasında ‘uuahh’ diye bağırırsan ağrın olduğunu anlarım; bu ağrılı çekime girer; fiyat iki misli olur, ona göre…” 

Hiç gülmediğimi ve hatta kızdığımı görünce kısa kesti.

“Neyse, ben şimdi on dakikada şu kızcağızın işini bitirir sonra sana bakarım,” deyip, dışarı çıktı.

***
O çıkarken benim bulunduğum odanın kilidinin yavaşça döndüğünü fark ettim.

Anahtarı ne kadar sessizce döndürmeye çalışsa da hafiften “şılak” diye çıkan madeni sesi duymuştum.

Adam beni odaya kilitlemişti.

Endişem iyice arttı.

Kaçacağımı mı düşünmüştü, ne?

Suratından tam anlaşılmıyor, ama bu herif tehlikeli bir sapık, bir sadist olabilir.

Şimdi içeri elinde kocaman bir darbeli matkapla girecek, dişlerimi, çenemi parça parça edecek diye vehme kapılıyorum.

Malum dişçiler de taksiciler, berberler gibi müşterileriyle muhabbet etmekten keyif alan meslek erbabından. Her berbere gittiğimde adam benimle konuşmaya dalmışken kazara kulağımı keser mi diye endişelenmişimdir.

Bu Pavel de beni her gördüğünde dünyadaki gelişmeleri, ülkeler arasındaki ilişkileri sormaya meraklı ya; tam o lanet matkapla dişime girmişken yine uluslararası politik meselelere girip, asabileşip, sakın ağzımı, burnumu, çenemi dağıtmasın? Zaten memleketler arası meseleler iyice karışık. Şu işe bak!

Kaçmam lazım. Başka çaresi yok. Bir an önce kaçmazsam çok geç olacak.

***
Kalkıp balkon kapısına gittim; açıp dışarıya baktım. Balkona yakın bir ağaç vardı.

Sağlam görünen yakın dallardan birine uzanabilirsem aşağıya kolayca inebilirdim.

Balkona çıkıp korkuluklardan uzanıp bir dalı tuttum. Biraz ağırlığımı verip denedim. Sağlam görünüyordu. Beni çekerdi.

Önce bir elimle, sonra öbür elimle sıkıca tutup, kendimi bıraktım. Tam ayaklarımı ağacın gövdesine dayayıp, kendimi sağlama alacakken güvendiğim dal gürültüyle çatırdayıp kırılmaz mı?

Dengesiz bir şekilde düşüp, aşağıya çakıldım.

Bereket versin ki birkaç metre yükseklikteki ikinci kattan düşmüştüm ve ağacın dibinde düştüğüm yerde çöpçülerin bahçedeki karları toplayıp yığdıkları bir tepecik vardı. Yoksa ayağımı, bacağımı kırıp, hastanelik olabilirdim.

Ancak o kadar da ucuz atlatmış değildim. Yüzümü düşerken kötü bir şekilde ağacın gövdesine çarpmıştım.

Ben ağaca çarpınca, ağacın dallarına tünemiş bütün kargalar “Gak, gaaak, gak” diye bağırarak havalanmıştı. Yere düşerken bu “Gak, gak”ları, kargaların benim halime güldüklerini sanıp, “Kah kah, kah” diye anladım.

Bir süre hiç kıpırdamadan yerde sırt üstü yattım.

***
Koşa koşa merdivenlerden inip, yanıma gelen Serkan’la Pavel, endişeyle eğilip, beni yerden kaldırdılar.

Ağzımın içinde dilime dolanan sert bir parça vardı. Elimle çıkardım: Dişim,.. Dişim kırılmıştı; hem de kökünden.

Dilimle yokladım. Ağrıyan dişim nasıl olduysa ağaca yüzümü çarpınca kırılmıştı.

Yüzüm ağaca çarpmanın darbesiyle biraz acıyordu, ama diş ağrım geçmişti.

Serkan, koluma girdi. Merdivenlerden yukarı çıktık. Üstümü başımı düzelttim.

“Eee Pavel’cik biz artık gidelim; diş kırılınca tedaviye ihtiyaç kalmadı,” dedim.

Pavel, biraz bozulmuş bir ifadeyle:

“Hadi gidin bakalım. Güle güle,” dedi.

Sonra hem bana, hem de Serkan’a bakarak “Şimdi gidiyorsunuz, kurtuldum zannediyorsunuz, ama siz de bu ağız, bu dişler olduğu sürece bana daha çok işiniz düşecek, unutmayın,” dedi, biraz da ümitle.