Moskova

Moskova

31 Ocak 2016 Pazar

ÇIĞIR AÇAN BİR YAZAR: ANTON ÇEHOV


Sibel Çağlar

Anton Pavloviç Çehov, 29 Ocak* 1860’ta, Rusya’nın güneyinde Azak Denizi kıyılarındaki, Yunan tüccarların sıklıkla uğradığı bir liman şehri olan Taganrog’da doğar. Hayatın tekdüze akıp gittiği, insanların çoğunun birbirini tanıdığı bir yerdir burası. Kapısı üzerinde “Çay, şeker, kahve ve başkaca sömürge ürünleri” yazan bir bakkal bulunur bu kasabada. Henüz küçücük bir çocuk olan Çehov, babasının sahibi olduğu bu bakkal dükkanında gelen müşterilerle ilgilenerek yaşar çocukluğunu.

Oğlunu bir tüccar olarak yetiştirmek isteyen babası, çalışkan, hırslı, kendisinin ve üç oğlunun özgürlüğünü kazancıyla satın almış bir toprak kölesinin oğlu olan Pavel Egoroviç’tir. Sert, otoriter bir baba ve dindar bir Ortodokstur. Altı çocuğunu da dindar birer Hıristiyan olarak yetiştirmek niyetindedir.

Çehov’un çocukluğu babasının baskısı altında geçer. Buna rağmen yıllar sonra bir yazar olduğunda “Yeteneklerimiz babamızdan, ruhumuz da anamızdan geçti bize” diyecektir.
Zira babası oldukça yetenekli biridir. Hiç eğitim görmediği halde keman çalar, yağlıboya resim yapar. Anne Evgeniya Yakolevna ise sessiz, kocasının otoritesini benimsemiş bir kadındır. Çehov’un ruhunu annesinden aldığını söylemesi boşuna değildir çünkü onun Anton Çehov’un yazarlığını besleyecek bir özelliği vardır: Çok iyi bir masal anlatıcısıdır.

Annesi yolculuk öyküleriyle oğlunun hayal gücünü besler beslemesine ancak babasının aklı onu tüccar yapmaktadır. Oğullarından birinin illa zengin olmasını ister. Anne Evgeniya Yakolevna ise oğulunun bir Rus okuluna gitmesi taraftarıdır. Ne var ki karar verilmiştir. Anton ve kardeşi Nikolay 1867 yılında Taganrog’daki Yunan okuluna kaydolur.

Aslına bakılırsa kiliseden ve bakkaldan uzakta geçen bir hayat her iki kardeş için de memnuniyet vericidir. Ancak ne Anton ne de Nikolay bir yıl boyunca tek bir kelime Yunanca öğrenir. Babası onları okuldan alır ve Taganrog Lisesi’ne verir. Çehov, arkadaşları arasında komik öyküler anlatmadaki yeteneğiyle bilinir bu yıllarda. Onu en çok etkileyen hocası papaz Pokrovski’dir. Pokrovski Shakespeare’i, Goethe’yi, Puşkin’i anlatır derslerde; ona Moliere ve Swift okumasını öğütler.

Tiyatroyla da tanışır Çehov bu yıllarda. Belki de modern tiyatroda çığır açacak oyunlar yazacak bir yazarlığın ilk adımları atılır böylelikle. Sonraları bir tutku olur tiyatro, sık sık okuldan kaçılıp gelinen yegane mekan. Bu arada oyunculuğa da merak salar. Kardeşleriyle birlikte seyircilerinin komşuları ve akrabaları olduğu oyunlar hazırlar, taklitler yapar.

Bu arada Çehov’un ağabeyleri Aleksandr ve Nikolay daha özgür bir hayatın düşüyle evden ayrılarak Moskova’ya giderler. Aleksandr matematik okumaya, resme yetenekli Nikolay ise güzel sanatlar akademisine. Çehov, ağabeylerinin evden ayrılmasıyla giderek yalnızlaşır. Bu arada baba Pavel Egoroviç’in işleri her geçen gün kötüye gitmektedir. Sonunda bıçak kemiğe dayanır ve baba Çehov iflas bayrağını çeker. Borçlulara görünmeden Moskova’ya kaçar. Anton Çehov ise, evde kalan eşyaları satıp, parasını ailesine göndermek ve liseyi bitirmek için Taganrog’da kalır.

Çehov bir taraftan çalışırken bir taraftan da okulu bitirebilmek için canla başla derslerine sarılır. Tatil günlerini ise belediye kitaplığında kitaplara gömülerek geçirir. Eline ne geçerse okur: Schopenhauer’i, Humboldt’u, Victor Hugo’yu, Cervantes’i, Gonçarov’u, Turgenyev’i, Belinski’yi…

1877 yılı bir dönüm noktası olur; Çehov Paskalya tatili için Moskova’ya gider. İlk defa Taganrog’dan, lüks mağazaların vitrinlerinin insan kalabalığına karıştığı bir şehre gelir. Ve buraya gelmenin hayalini kurmaya başlar.

1879 yılında liseyi bitirdikten sonra Moskova’ya ailesinin yanına taşınır. Bir yıl sonra Moskova Üniversitesi’nde tıp okumaya başlar. Bir yandan da para kazanmak için mizah dergilerine küçük hikayeler yazar.Çehov ilk yazılarında ‘Dalaksız Adam’, ‘Kardeşimin Kardeşi’, ‘Ulysee’ gibi takma adlar kullanır. En çok kullandığı ad, lisedeki hocasının taktığı ad olacaktır: “Antoşa Çehonte”.

1882 yılında, dönemin Rusya’sının popüler mizah dergilerinden biri olan Oskolki’nin (Işıltılar) sahibi ile tanışırve daha dolgun bir ücretle burada yazmaya başlar. Ancak bir sorun vardır. Yazıları 100 satırı geçmemelidir. Böylece başlarda zorlansa bile zamanla, yazdıklarında daima kısa ve öz olmayı ilke edinen Çehov’un sonraki yıllarında George Bernard Shaw’dan Raymond Carver’a kadar pek çok yazarı etkileyecek kısa öykülerindeki sağlam yapının oluşmasında çok etkili olacaktır bu sorun.

‘Çehov’un tüfeği’ teriminin de edebiyata girmesi boşuna değildir kuşkusuz. Çehov’un daha çok sahnelemede dikkat edilmesi gereken bir unsur olarak tanımladığı bu teknik, öykü için de geçerlidir. Eğer birinci perde açıldığında duvarda bir tüfek asılıysa… Veya oyunculardan birisinin belinde tabanca görülüyorsa… O tüfek patlamalı, o tabanca kullanılmalıdır. Çehov’un öykülerinde de her öge kurguya titizlikle yerleştirilmiştir. Gereksiz bir sözün, tasvirin, kişinin öyküde yeri yoktur.

1884’te öykülerini derlediği “Melpomena Masalları”nı yayımlar.  Aynı yıl Tıp fakültesinden mezun olur ve doktorluğu başlar. Yazmakla doktorluğu bir arada götürecek, “Doktorluk benim karım, edebiyat ise metresimdir” diyecektir uzun süre.

Tıp fakültesinden mezun olduktan bir yıl Rusya’nın en büyük günlük gazetelerinden biri olan Novoye Vremya’da (Yeni Zamanlar) yazmak için teklif alır. Artık yazdıkları çok daha geniş okur kitlelerine ulaşmaktadır.

1886 yılında ikinci öykü kitabı “Renkli Öyküler” Anton Çehov imzasıyla çıkar. Hemen bir yıl sonra da Rus Bilimler Akademisi’nin verdiği Rus edebiyatının en değerli ödüllerinden Puşkin Ödülü’nü alacağı “Alacakaranlıkta” gelir. Ardından da Korş Tiyatrosu için bir  oyun yazmaya koyulur: “İvanov”.

1888 yılında onun parlamasını sağlayacak, Çehov’un en ünlü ve en güzel yapıtlarından biri, “Bozkır” gelir. 1889 yılında Çehov, kardeşi Nikolay’ı veremden kaybeder. Kardeşinin ölümü, daha sonraları “Vanya Dayı” olarak tanınacak oyunu “Orman Cini”nin eleştirmenler tarafından beğenilmemesi Çehov’u giderek bunalıma sürükler. Kendine tutunacak bir dal arar. Hukukta okuyan küçük kardeşinin ders notları ona tutanacağı dalı gösterir: “Karar verilinceye kadar bütün dikkatimiz katilin üstünda toplanıyor ama hapishaneye gönderilir gönderilmez tümden unutuveriyoruz onu. Peki hapishanede neler oluyor?”

Çehov hapishanede olan bitenin cevabını bulmak için Pasifik’te Japonya’nın kuzeyinde bir ceza sömürgesi olan Sahalin’e, mahkumların hayatına doğru uzun bir yolculuğa çıkmaya karar verir. Bu cehennem adasında 8 ay kalır ve döndükte sonra buradaki gözlemlerini “Sahalin Adası” adlı bir kitapta toplar.

Çehov, 1892 yılında sessiz ve sakin yaşam arayışı içinde bir malikane alır. Bir taraftan doktor olarak en uzak köylerdeki hastalarla bile ilgilenirken, bir taraftan köyde üç okul, bir klinik yaptırır. Bu arada kalem de elinden düşmez. “6. Koğuş”, “Üç Yıl”, “Kara Keşiş”, “Bilinmeyen Bir Adamın Hikayesi”, “Mujikler” gibi hikayelerini burada yazar. Başyapıtlarından biri olan “Martı” bu yılların ürünüdür.

Ancak üniversite yıllarından beri ciğerlerini tüketen verem artık iyice ağırlaşmıştır. Doktorlar bir sahil kasabasını önerir Çehov’a. Evini satıp Kırım’ın Yalta şehrine yerleşir. “Vişne Bahçe”sini ve “Üç Kız kardeş”i de burada yazar.

1901 yılında tiyatro oyuncusu Olga Knipper ile evlenir ancak evlilikleri sadece üç yıl sürer. Ayrılık, Çehov’un tedavi için gittiği Almanya’nın Badenweiler şehrinde hayatını 
kaybetmesiyle gelir…

Öykülerinden ve oyunlarından acı alayı eksik etmeyen Çehov’un cenazesinin Almanya’dan Moskova’ya getirilişi ise tam ‘Çehovluk bir sahne’dir. Cenazenin bulunduğu treni bekleyen akrabaları ve dostları, trenin üzerinde “İstiridye Taşımacılığı” yazdığını gördüklerinde hayrete düşerler.

Acı alay bununla da sonlanmaz. Garda aniden askeri marş çalmaya başlar, gara gelenler neden askeri bir marşın çalındığını anlamamakla birlikte cenazeye saygı gösterek tabutun arkasında yürür. Sonradan gara aynı gün ölüsü getirilen General Keller’in cenazesi arkasında yürüdüklerini öğrenirler. Çehov edebiyatında hüzünle bir araya getirdiği mizahı cenazesiyle yaşatır.

Anton Çehov, yazarlığına yedi yıl ömür biçmiştir; yazdıklarının bütün dünyaca okunacağını tahmin etmeyerek ve büyük bir alçakgönüllülük gösterek… Bugünse Çehov, kısa öykü ve çağdaş tiyatroda çığır açan, modern edebiyatın en usta yazarlarından biri.

*Kimi kaynaklarda doğumgünü 16 Ocak olarak geçmektedir.


Yazı Semiha ŞENTÜRK tarafından yazılan http://www.milliyet.com.tr/anton-cehov-kitap-1186939/  adlı makaleden kısaltılarak eklenmiştir.

GORKİ ALEVİ MİYDİ?


Necati Güngör

Yıllar önceydi.

İlk gençlik yıllarımızı beyaz ipekli bir gömlek gibi kayısı dalına asıverdiğimiz Malatya'daydık... Kitap tutkunu bir avuç liseliden biriydim.

Hikâye ve romanlarını delice bir tutkuyla okuduğum yazarlardan biri de Maksim Gorki'ydi. Kitapçı vitrinlerinde ne zaman bir yeni bir kitabını görsem hemen satın alırdım.

Yine o kitaplardan biriydi işte. Adı, "Aşk Rüyası". Kitabın kapağını üstat Maksim Gorki'nin palabıyıklı resimlerinden biri süslüyordu.

Merhum pederin dükkânında bir köşeye çekilip birbirinden güzel hikâyeleri elimden bırakmamacasına okuyorum.

Dükkân kalfamız da okumayı seven biriydi. Ama o kitap değil de gazete okuruydu. Eline geçen gazeteleri spordan siyasete, okuyup bitirmeden bırakmazdı. Dolayısıyla benim kitap okumalarıma da iyi gözle bakardı.

Bana çaktırmadan elimdeki kitabın kapak resmine dikkatle bakmış olmalı ki...
"Bu Maksim Gorki, Alevi mi?" diye sordu.

Şaşırmıştım.

"Ne ilgisi var?" dedim. "Gorki bir Rus!"

"Ne bileyim ben?" dedi. "Baksana şu bıyıklarına! Bunlar Alevi bıyığı."

Tolstoy'dan

Sen kötülüğü yok etmeye çalışıyorsun ama o senin içinde büyüyor insan öldürmek kolay ama kan ruhuna da sıçrar insan öldürenin ruhu kanar kötü bir insanı öldürünce kötülüğü de yok ettiğini sanırsın sonra bir bakarsın yok ettiğini sandığın kötülükten daha da kötüsü senin içinde büyüyor musibete boyun eğersen gün gelir musibette sana boyun eğer.


Lev Nikolayeviç Tolstoy - İnsan Neyle Yaşar?

29 Ocak 2016 Cuma

-50 derece!


Kaynak: http://www.turkrus.com/

Burası, tükürüğün havada, kedilerin damdan dama zıplarken donma efsanesinin gerçekleşme ihtimalinin en yüksek olduğu yeryüzü noktası...

Oymyakon, Rusya’nın Yakutistan (Saha) cumhuriyetinde, Kuzey Kutbu çizgisinin hemen altında, nüfusu 521 kişiden ibaret bir köy... Guiness rekorlar kitabına adını yazdıran özelliği, yeryüzünde en soğuk havanın kaydedildiği yerleşim birimi olması. 1924 yılında -71.2 dereceyi görmüş. Bu hafta Oymyakon’da hava sıcaklığı “mevsim normallerinde” seyrediyor: -40 derece civarında. Meteoroloji, Pazar gecesi termometrenin -50 dereceye düşeceğini söylüyor. Yakutistan’daki altın madenleri açısından stratejik bir noktada bulunan Oymyakon’da hayat devam ediyor... 

ANTON ÇEHOV!!! 156 YAŞINDA!!!


“Akıllı öğrenmeyi, aptal akıl vermeyi sever…”
"Умный любит учиться, а дурак - учить..."

ANTON ÇEHOV!!!
156 YAŞINDA!!!

Yıl 1898, Çehov Moskova Sanat Tiyatrosu sanatçılarına Martı'yı okuyor. Sağında Stanislavski, solunda Olga Knipper, en sağ köşede Meyerhold...

28 Ocak 2016 Perşembe

Rus Edebiyatından Mutlaka Okunması Gereken 20 Büyük Roman



İşte biz de listemizde Rus edebiyatının evrenselleşmeyi başarmış, mutlaka okunması gereken romanlarından 20 tanesini sizler için derledik. Kitabınız ve çayınız/kahveniz bol olsun. İyi okumalar diliyorum!

Not: Sıralama kronolojik olarak gerçekleştirilmiştir. Yapıtların değeri ile herhangi bir ilinti yoktur.

1
"Zamanımızın Bir Kahramanı", (1840), Mihail Yuryeviç Lermontov

"Zamanımızın Bir Kahramanı" genç ve yakışıklı subay Grigoriy Aleksandroviç Peçorin’in hikâyesini anlatıyor. Servetinin kibriyle kalp kırmaktan çekinmeyen, hayata alaycı bir vurdumduymazlıkla yaklaşan, samimiyetten uzak bu kahraman, kötücül duygularının farkında olsa da, herhangi bir rahatsızlık veya vicdan azabı duymaz. Adeta zevk için kötülük eder, başkalarının mutsuzluğu için çabalar.

Lermontov’un tek romanı olan Zamanımızın Bir Kahramanı unutulmaz Peçorin karakteriyle, bugün dünya edebiyatının başyapıtları arasında sayılıyor. Psikolojik çözümlemeleriyle 19. yüzyıl Rus romancılar kuşağına ilham veren roman, iyilikle kötülüğün, masumiyetle kirlenmişliğin çatışmasını derinlemesine bir şekilde ele alıyor.

2
"Ölü Canlar", (1842) Nikolay Gogol

Gogol, hayranı olduğu Puşkin’in önerisiyle yazdığı Ölü Canlar’da dönemin Rusya’sını kitabın kahramanı Çiçikov üzerinden anlatır. Zengin olma hayaliyle yanıp tutuşan Çiçikov kendisine kurnazca bir yol bulmuştur: Kasaba kasaba dolaşıp toprak sahiplerinin ölü kölelerini kâğıt üzerinde satın alarak “itibar sahibi bir beyefendi” olmak...

Gogol’ün İlahi Komedya’dan esinlenerek üç cilt olarak tasarladığı eseri, ilk cildinin ardından sansür komitesinden büyük eleştiriler alır. 10 yıl sonra ikinci cildi tamamladığında Gogol, geçirdiği bir buhranla eserin elyazmalarını yakar.

İlk tasarlanan haline uygun şekilde tamamlanamamasına rağmen bütünlüklü bir kitap olan Ölü Canlar, metnin alt başlığı gibi adeta “bir epik şiir”dir ve 19. yüzyıl Rus edebiyatının en başarılı örneklerindendir.

3
"Oblomov", (1859) İvan Gonçarov

Orta yaşlı toprak sahibi Oblomov işinden ayrılmış, tüm arkadaşlarını etrafından uzaklaştırmış, borca batmış ve tüm dünyevi işlerini yatağından görmeye başlamıştır. Her bir köşesi dökülmekte olan dairesinde kendisi kadar tembel uşağıyla birlikte kayıtsızlık içinde yaşayan bu miskin asilzade, değişime ayak direyerek işlevsizleşmiş bir sınıfın timsalidir.

Rus toplumuna özgü bu tipleme Gonçarov’un kaleminden çıktığı günden beri toplumun içine karışmış, “Oblomovluk” sözcüğünü günlük dile kazandırmıştır. Oblomov, 19. yüzyıl sonunda bu açmaza giren toprak sahiplerinin güldürüsü olmakla kalmıyor, aynı zamanda mevcut sosyal düzenin acayipliklerini ve adaletsizliğini de ciddiyetle –ama tatlı bir dille– eleştiriyor.

4
"Babalar ve Oğullar", (1862) İvan Turgenyev
  
Eski nesille, nihilist gençlik arasındaki kuşak çatışmasını anlatan Babalar ve Oğullar, Rusya’nın çalkantılı bir dönemine Bazarov karakteriyle mercek tutuyor. Genç Arkadiy Petroviç’in babası, okulunu bitirip dönen naif oğlunu tanıyamaz: Beraberinde getirdiği arkadaşı, yerleşik prensipleri, otoriteyi ve inançları tamamen reddeden genç Bazarov, oğlunun aklını kendi sapkın fikirleriyle zehirlemiştir.

Toprak beyliğini ve Rus toplumunun tüm geleneksel değerlerini söküp atmak isteyen ve kendini nihilist olarak tanımlayan bu genç adam, Arkadiy’nin Batıcı babasını ve amcasını dehşete düşürür. 1862 yılında yayımlandığında Rus okurları ve eleştirmenleri derinden sarsan Babalar ve Oğullar’da Turgenyev, edebiyatta sık sık karşımıza çıkan “öfkeli genç adam”ların olağanüstü bir erken örneğini Bazarov ile yaratıyor.

5
"Nasıl Yapmalı?" (1863) Nikolay Çernişevski

Çernişevski Nasıl Yapmalı?’yı 4 Aralık 1862 ile 4 Nisan 1863 arasını kapsayan dört aylık sürede, Petropavlovsk zindanında yazdı. Ama dört ayda yazılan bu romanın Rus toplum hayatı üzerinde yarattığı sarsıntı öyle büyük oldu ki, Dostoyevski ve Tolstoy’dan Kropotkin ve Lenin’e kadar pek çok yazın ve eylem adamı, kimi yerin dibine batırarak, kimi yücelterek Nasıl Yapmalı?’yı konuştu, tartıştı.

Kropotkin’in belirttiğine göre Nasıl Yapmalı?, dönemin Rus gençliği için bir tür siyasal program niteliğine büründü. "Nasıl Yapmalı?"nın içeriği son derece kapsamlıdır. Yine de, bu roman neyi anlatıyor sorusuna yeni insanları anlatıyor denilse bu hem kısa, hem de doğru bir yanıt olacaktır.

6
"Yeraltından Notlar" (1864) Fyodor Mihayloviç Dostoyevski

Edebiyat tarihinin en ünlü isimsizlerinden Yeraltı Adamı, insanların oradan oraya üşüşen karıncalara dönüştüğü St. Petersburg’un gri kaldırımlarında itilip kakılırken, yaşama isteğini yavaş ama emin adımlarla mutlak bir öç isteğiyle değiş tokuş eder.

Yeraltı Adamı’nın bir devlet memuru olarak geçirdiği tekdüze günler, yanında bir türlü rahat hissedemediği arkadaşları ve hayattaki mutlak yalnızlığı, bıkkın bir öfke ve küçük, imkânsız pazarlıklarla gittikçe daha fazla lekelenir, ta ki kendisini bir arada tutan görünmez ipler yavaşça çözülmeye başlayana kadar.

Yeraltından Notlar, yayımlandığı 1864 yılından beri öfke ve sessizliğin en güçlü manifestolarından biri olmuştur.

7
"Suç ve Ceza" (1867) Fyodor Mihayloviç Dostoyevski

Dostoyevski’nin yazın hayatının olgunluk döneminde kaleme aldığı Suç ve Ceza, Raskolnikov adlı gencin ahlâki hesaplaşması üzerinde yükselir: Raskolnikov öldürmeyi planladığı tefeciden aldığı parayı hayırlı bir amaç için kullanırsa, işlediği suçun doğasını kalıcı biçimde değiştirebilir mi?

Hırsızlık ve cinayet gibi suçlar, “yüce amaç”larla işlenmesi durumunda cezasız kalabilir ve vicdanın yükünden kurtulabilir mi?

Dostoyevski’nin en çok okunan romanı olan Suç ve Ceza, yayımlandığı günden bu yana insan ideallerini ahlâki ve felsefi sorularla sınamaya devam ediyor.

8
"Savaş ve Barış", (1869) Lev Nikolayeviç Tolstoy

Napolyon’un 1812’de Rusya’yı işgalini ve bu savaşın, özellikle aristokrat çevrelerde yarattığı altüst oluşu, son derece gerçekçi sahnelerle, ayrıntılı ve derinlikli analizlerle yansıtan bir başyapıt. Avrupa’daki monarşileri birbiri ardına bozguna uğratarak ilerleyen Napolyon orduları Moskova’ya doğru ilerlemektedir.

Rus aristokratları, bu ürkütücü savaş makinesi karşısında bir yandan muharebeye hazırlanmakta, bir yandan da kişisel dertleriyle boğuşmaktadır. Rusya’nın 19. yüzyılın ilk yarısında panoramik bir fotoğrafını çeken Savaş ve Barış, soylu sınıfına dair yakın gözlemlerin yanı sıra köy ve kasabalarda yaşanan çiftlik hayatını da ustalıkla yansıtıyor.

Dünya edebiyatının en başarılı eserlerinden sayılan bu muazzam nehir roman, savaşların getirdiği kaosu, mantıksızlığı, insan vicdanı ile etiğe aykırılığı; muktedirlerin, büyük zaferler vaat edenlerin sözlerindeki ve çabalarındaki beyhudeliği gözler önüne seriyor.

9
"Budala", (1869) Fyodor Mihayloviç Dostoyevski

Dostoyevski, Budala’yı ithaf ettiği yeğeni Sonya’ya yazdığı bir mektupta romanın temel düşüncesini şöyle açıklar: “Niyetim bütünüyle iyi bir insanı anlatmak.” Yazarın bu fikirle yarattığı kahramanı “budala” Prens Mışkin, mirasını almak için İsviçre’deki bir akıl hastanesinden St. Petersburg’a döndüğünde kendisini bir ihanet, entrika ve cinayet üçgeninde bulur.

Mışkin’in masumiyeti, dürüstlüğü ve alçak gönüllülüğü, dahil olmak istediği toplumun değerleriyle açık bir tezat oluşturur. O, dünya nimetlerinden ve hırslarından arınmış, peygamberimsi vasıflarıyla kusursuz bir iyilik timsali gibidir...

10
"Anna Karenina", (1877) Lev Nikolayeviç Tolstoy

Anna Karenina, 19. yüzyıl Rus toplumunun ruhsal dalgalanmalarına çarpıcı bir aşk ve ihanet anlatısıyla ışık tutan bir başyapıt.

Güzelliği ve nezaketiyle çevresinde hayranlık uyandıran Anna Karenina’nın mutsuz ve monoton bir evliliği vardır. Üst düzey bir devlet memuru olan Aleksey Aleksandroviç ile evliliğinde tek tesellisi oğludur. Ağabeyi ile yengesinin aralarını düzeltmek için gittiği Moskova’da yakışıklı ve genç kont Vronski ile tanışması, Anna’nın hayatında dönüm noktası olur.

Tolstoy, Anna Karenina’da sıradışı bir gözlem gücü ile aşk, evlilik, ihanet gibi temaların izini sürerken roman sanatına yepyeni ve uzun soluklu bir boyut katar. Modern dünya edebiyatının otoritelerince gelmiş geçmiş en iyi romanlardan biri olarak kabul edilen Anna Karenina, güncelliğini daima koruyacak bir eser.

11
"Karamazov Kardeşler", (1880) Fyodor Mihayloviç Dostoyevski

Tüm zamanların en başarılı romanları arasında sayılan "Karamazov Kardeşler" Dostoyevski’nin kaleme aldığı son büyük eseri ve başyapıtıdır.

Bencil, paraya ve zevke düşkün Fyodor Pavloviç Karamazov’un esrarengiz ölümü, birbirinden çok farklı karakterlere sahip oğullarının hayatını geri dönüşü olmayacak bir şekilde değiştirmekle kalmayıp tüm Rusya’nın yakından takip ettiği bir davaya dönüşecektir.

Dostoyevski, "Karamazov Kardeşler"de yazarlık yaşamı boyunca kafa yorduğu hemen bütün temaları işleyerek dev bir esere imza atmış, bu son eseriyle de çok büyük övgüler almış ve kitabın yayımından kısa bir süre sonra ününün doruğundayken hayata veda etmiştir.

12
"İvan İlyiç'in Ölümü", (1886) Lev Nikolayeviç Tolstoy

İvan İlyiç’in Ölümü, bireyin hayatla ve ölümle hesaplaşmasının etkileyici bir anlatısı.

İvan İlyiç’in Ölümü, son günlerinde, ölümle önce mücadele eden, daha sonra çaresizce kendisini ona bırakan bir adamın yaşadıklarını anlatır. Yüksek rütbeli bir yargıç olan İvan İlyiç, iyi bir hayat yaşadığını düşünür; ancak hasta yatağında ölümün yaklaştığını anladıkça, yavaş yavaş aslında ne kadar boş bir ömür sürmüş olduğunu fark eder.

O güne kadar büyük anlam yüklediği ve uğruna büyük çaba verdiği serveti, şöhreti ve saygınlığı, ölüm döşeğinde bir anda gözüne boş ve saçma görünür. Tolstoy’un büyük bir samimiyetle anlattığı bu kısa ama etkileyici roman, insan doğası, hayatın anlamı ve ölümün gerçekliği gibi temel sorulara cevap arıyor.

13
"Ana", (1906) Maksim Gorki

Bir başkaldırı ve umut romanıdır Ana... Dayak ve yoksulluktan insanlığını unutmuş bir kadının, sosyalist dünya görüşünü benimsemiş genç bir işçi olan oğlunun tutuklanmasından sonra, dünyanın değiştirilebilir olduğunu keşfetmesinin hikâyesidir.

Toplumcu gerçekçi edebiyatın ilk örneği ve başyapıtı sayılan Ana, Gorkiy tarafından 1906 yılında Amerika'da kaleme alınmış, aynı yıl New York'ta yayımlanmıştır. Bütün dünyada büyük yankı uyandıran roman, iki yıl gibi kısa bir süre içerisinde pek çok dile, hatta bu arada Türkçeye çevrilmiş.

14
"Petersburg" (1922) Andrey Beliy

1905 yılında devrim öncesi Rusya'da geçen bu benzersiz romanda, Andrey Beliy, yüksek düzeyde bir imparatorluk görevlisi olan Apollon Apollonoviç ile teröristlere katılmaya heves eden ve ilk görevi babasını öldürmek olan Nikolay Apollonoviç'in, bir bombanın tiktakları eşliğinde yaşanan bir gününü anlatıyor.

Dönemin başkenti Petersburg'da soytarıların, provokatörlerin, gizli polislerin, Japonların, İranlıların, devrimcilerin, subayların katıldığı dev bir maskeli balo yaşanmaktadır.

15
"Biz" (1924) Yevgeni İvanoviç Zamyatin

Yazarın en bilinen eseri ve tek roman çalışmasıdır. 1920 yılında kaleme alınan eser yazarın ülkesinde ancak 1988 yılında yayımlanmıştır.

Romanın kurgusu, sosyalist bir devrimin ardından 26. yüzyılda geçmektedir ve kendisini örnek alan diğer romanlar gibi eserde de distopik bir atmosfer mevcuttur. Romanda insan doğadan ve kendi benliğinden koparılmış, "biz" haline getirilerek toplumun sıradan bir parçası halini almıştır.

16
"Ve Durgun Akardı Don" (1940) Mihail Şolohov

Mihail Şolohov'un ilk büyük eseri, geniş bir tarih sürecini kapsayan dört ciltlik bir romandır. Yazar bu romanla 1965'te Nobel Edebiyat Ödülü'nü alır.

Eserin kahramanı bir Kazak köyü olan (aynı zamanda yazar Mihail Şolohov'un da doğum yeri olan) Vyeşenskaya'lı Gregor Melehov'dur. Gregor'un gençlik dönemindeki köy yaşantısından başlayarak I. Dünya Savaşı'na katılması, cephede yaşananlar ve aynı süreçte Çarlığınyıkılışı ve Sovyetler Birliği'nin kuruluması sürecinde Kazaklar'ın neler yaşadıklarını ve bu sürecin neresinde olduklarını benzersiz betimlemelerle anlatan dünya edebiyatının en önemli eserlerinden biridir.

Eser I. Dünya Savaşı'ndaki Rus Devrimi'ni ve o dönemki toplumun sosyal ve politik duruşunu tarafsızca ve gerçek anlamıyla okuyucuya yansıtmaktadır.

17
"Lolita" (1955) Vladimir Nabokov

Humbert Humbert, Amerika'ya yerleşmiş, orta yaşlı, Fransız bir dil profesörüdür. Çocukluğunda bir tatil sırasında aile dostlarının kızı ile aralarında geçen kısa süreli bir ilişkinin ardından birkaç ay sonra sevgilisinin ölüm haberini alır. Bu talihsiz ve yaşanamamış ilişkinin ardından, genç hatta çocuk yaştaki kızlara karşı ilgisini yıllar sonra da üzerinden atamaz. Başından geçen bir evlilikten sonra, Amerika'ya yerleşir.

Tesadüfen pansiyoner olarak yerleştiği evde Bayan Haze'nin on iki yaşındaki kızı Dolores Haze'i görür ve yıllar boyunca güçlü belleğinden hiç silmediği çocukluk aşkını Dolores Haze ile özdeşleştirir. Romanda L, Lo, Lola, Lolita, Dolly takma adları ile çağrılan Dolores ile Humbert Humbert arasında böylece bir aşk başlar.

18
"Dr. Jivago" (1957) Boris Pasternak

Ülkemizde romancı olarak tanınan ama Rus edebiyatının büyük şairi Boris Pasternak'ın tek romanı: Doktor Jivago. 1917 ihtilalinin gölgesi altında üç hayat: Jivago, Lara ve Tonya...

19
"İvan Denisoviç'in Bir Günü (1962) Aleksandr Soljenitsin

Aleksandr İsayeviç Soljenitsin "İvan Denisoviç’in Bir Günü"nde, toplama kamplarındaki acımasız yaşama ve çalışma koşulları karşısında onurunu ve haysiyetini korumaya çalışan insanları anlatıyor. Kirli, soğuk ve adaletsiz bir ortamda hayata tutunan mahkûmların, insanlık dışı düzene nasıl direnç gösterdiklerini resmediyor.

Romanın kahramanı İvan Denisoviç, İkinci Dünya Savaşı’nda Almanların elinden kaçtıktan sonra, ajan olma şüphesiyle Sovyet hükümeti tarafından gözaltına alınır ve sürgüne gönderilir.

Buzlar altındaki Sibirya sürgününde, açlık ve dayak tehdidi altında on yıl geçirecektir. Soljenitsin’in kendi anılarından yola çıkarak yazdığı roman, 1962 yılında yayımlandığında Sovyetler Birliği’nde büyük yankı uyandırmış, kısa sürede toplatılmış ve yasaklanmıştı. Stalinist dönemin yazarlar üzerindeki siyasi baskısını anlamak için okunması gereken bir roman.

20
"Usta ve Margarita" (1966) Mihail Bulgakov


Her kitap listesi gibi, bu da "eksik" bir liste. Özellikle de 20 kitap ile sınırlı olduğu düşünülünce. 

26 Ocak 2016 Salı

SAAT


“SAATİN DOĞRU GİTMESİ GEREKTİR, AMA HAYAT DOĞRU GİTMİŞ, GİTMEMİŞ, O BAŞKA MESELE” – ANTON ÇEHOV (ÇEVİREN: NAZIM HİKMET)

Yeryüzünde ne kadar çok, ne kadar çeşit çeşit saat vardır : Cep saati, kol saati, duvar saati, kule saati, dik duran saat, sallanan saat…

Her sokakta bir saatçi dükkanı. Her meydanda bir saat. Herkesin cebinde, kolunda bir tik tak…

Vakit, öyle önemli bir rol oynamaya başlamış ki hayatımızda, saatiniz bir çeyrek geç kalsa, bir çeyrek ileri gitse hemen onu saatçiye götürürsünüz. Kendi varlığınızla, geriye kalan bütün bir beşeriyetin varlığı arasında bu kadarcık bir ayrılığa bile dayanamazsınız.

Saat sizin için bu kadar önemli bir nesnedir de, siz hiç bir saatçinin nasıl yaşadığını düşündünüz mü? Kendi kendine benzer bir varlıktır. Saatçi, uzun dillerini sağa sola sallayıp durmaksızın gevezelik eden bir yığın duvar saati arasında yaşar. Vaktin apriori anlamına aldırmayan bu duvar saatlerinin birisi üçü gösterirken, öbürü beşi, daha öbürü on ikiyi gösterir. Dört bir yanı böyle kuyruklu bir yalanla çevrilmiş olan saatçi de, eninde sonunda, yalancı olur.

Onun, gözüne lupunu takarak size, sizden sonra saatinize bir bakışı, bu bakıştan sonra da bir, “Haftaya geliniz, saatinizi alınız,” deyişi vardır. Hani, inanırsanız, yandınız demektir. Çünkü bir hafta sonra geldiğinizde, saatinizin bilmem neresine bilmem ne koymak lazım geldiğinden iki hafta daha bekleyeceğinizi anlarsınız.


Kızarsınız, “Bilmem nesiz olsun,” dersiniz. Saatçi aldırmaz, yine gözüne lupunu yerleştirir, size o “bilmem nenin” insan hayatındaki Öneminden söz açar. Ve duvardaki saatler uzun dillerini sağa sola sallayarak yalan söylemelerine devam ederler :

— Tak tak… taki tak…

Sonunda razı olacaksınız. Saatsiz edemezsiniz ki!..

Saatin doğru gitmesi gerektir, ama hayat doğru gitmiş, gitmemiş, o başka mesele.
Saatle yaşamak hem iyidir, hem kötü.

Sözgelişi, tam saat sekizde sizi yemeğe çağırırlar. Eğer saati saatine gideceğim diye, tam sekizde kapıyı çalarsanız, ya evsahibini bulamazsınız, yahut sizi misafir odasında yarım saat tek başınıza bekletirler.

İşte bu yüzdendir ki, insanlar saatleri aşağı yukarı, takribi olarak kullanmaya mecbur kalmışlar.

“Sekizde geleceğim,” diyecek yerde, “Beni sekizle dokuz arasında bekleyin, dokuzdan ona kadar da gelmezsem bir işim çıktı demektir, siz yemeği yeyin,” formülünü bulmuşlar.

Ama ne olursa olsun, siz yine saatinize dikkat edin, ne bir çeyrek geri kalsın, ne bir çeyrek ileri gitsin. Doğru giden saatin zevki başkadır.

Onun doğru işlediğini, bir konuşmadan sonra gelen sessizlikte duyarsınız. Gözleriniz baygın, sevgilinizin elini öperken, bileğinden size onun sesi gelir. Ve en sonra, nefesinizi verirken, doktor kolunuzu tutup da nabzınızın atışını yakalamaya çalıştığı vakit, elindeki cep saatinin işleyişini duyacaksınız.

Doğuşunuz ve ölüşünüz saatle bildirilir. Onun için saatiniz doğru gitmeli. Fakat, ne olursa olsun, size birisi falanca yerde ne vakit bulunacaksınız, diye sorarsa :

— Şöyle akşama doğru, diye cevap vermeyi unutmayın.

Hiç olmazsa böylelikle ne kendiniz, ne de başkaları rahatsız olur.


(Çeviren : Orhan Selim (Nazım Hikmet) / Tan gazetesi, 5.8.1935)

LENİN’İN DEDESİNİN EVİNDE…

Okay DEPREM
Astrakhan
(http://www.evrensel.net/)

Marksizm-Leninizmin dünyadaki üçüncü büyük kuramcısı, Ekim Devrimi’nin lideri ve Sovyetler Birliği’nin Kurucusu Vladimir İlyiç Ulyanov Lenin’in, Avrupa Rusya’sı kentlerinden Ulyanovsk’ta (O zamanki adıyla Simbirsk) doğduğunu bilenimiz az değildir. Ünlü devrimcinin üniversitede hukuk okumak üzere ilk gençliğinin bir kısmının, Tataristan’ın başkenti Kazan’da geçtiği ise kamuoyuna daha fazla mal olmuş bir bilgidir. Rusların çoğu gibi ben de Lenin’in ebeveyni bir tarafa, daha da eskilere giden aile köklerinin nerelere kadar dayandığını bilmiyordum; pek merak edip araştırmamıştım açıkçası. Ta ki Hazar Denizi’nin kuzeybatısında konumlu tarihi Astrakhan kentinde kar masalı bembeyaz bir güne kadar…

HARİTADAKİ ‘ULYANOVLAR SOKAĞI’NIN GİZEMİ

O kış günü şehir merkezinde ziyaret edeceğim müzelerin konumlarını henüz haritada işaretlerken bir tanesinin adresi dikkatimi çekmişti: “Ulyanovlar Sokağı, Numara: 9.” Hemen bir çağrışım yapsa da yine de bu bağlantının adını koymak için fazla acele etmedim. 

Kaldığım otele çağrılan taksi epey bir gecikince, araca biner binmez, “Fikir değiştirdim, daha evvel kapanmasından dolayı doğrudan ‘Şehir Tarihi Müzesi’ne gidiyoruz…” deyiverdim. Araba, Astrakhan’ın beyaz bir örtüyle kaplanmış tarihi merkezine girdikten bir süre sonra, iki katlı evlerle sarılı otantik bir sokağa dönerken o isim gene gözüme ilişiyor: “Ulyanovlar Sokağı”.

NEYE NİYET NEYE KISMET…

Tarih-Mimarlık Müze Rezervlerinin ana şubesini daha görkemli ve özel bir yapıda beklerken karşıma iki katlı, büyükçe, ahşap kaplama, sarı-beyaz bir köşk çıkıyor. İçeri girdikten sonra görevli kadın elime eski olduğu anlaşılan bir broşür uzatıyor.

Üzerindeyse “Ulyanov’ların Müze-Evi” yazılı. ‘Demek buranın eski adı buymuş’ diye geçiriyorum içimden. Bulunduğum yerin tüm sır perdesinin çözülmesi için ise ilk katın ikinci salonunu beklemem gerekecekmiş meğer. Önce odanın girişinin üzerinde:

“Ulyanovlar Astrakhan’da” tabelasını görüyorum. Hemen ardından duvarda sırasıyla yan yana Lenin’in babasının ve büyük amcasının fotoğraflarını görünce; artık buranın çok büyük ihtimalle Lenin’in ailesinin, en azından bir kısmının yaşadığı bir mesken olduğundan emin oluyorum. Hikayenin devamını ise, elimdeki kitapçık ve duvarlarda asılı yazıları birlikte harmanlayarak anlatmaya koyulalım:

HER ŞEY ASTRAKHAN’IN SANAYİLEŞMESİ İLE BAŞLAR

18. yüzyılın ortalarından itibaren Astrakhan’a pamuk, ipek gibi işlenmemiş dokuma ham maddeleri ile boyama materyalleri ulaşmaya başlar. Bu durum bir anda bölgenin dokuma el sanatlarında gelişmesini beraberinde getirir. Avrupa sanayi devriminin ilk ayağı olan tekstil manifaktürlerinin buraya varması ise çok sürmez. Kentte ilk dokuma fabrikasının 1746 yılında açılmasını kısa zaman içinde diğerleri izler. Bunun doğal bir sonucu olarak Astrakhan bölgesinde terzilik hızla gelişmeye başlar ve kısa süre içinde en gözde ve değerli mesleklerden biri haline gelir. İşte Astrakhan şehrinde bu zanaatın en tanınmış temsilcilerinden birisi Lenin’in baba tarafından dedesi Nikolay Vasilyeviç Ulyanov olacaktır.

NİKOLAY VASİLYEVİÇ ULYANOV’UN ASTRAKHAN’A YERLEŞME ÖYKÜSÜ

Lenin’in büyükbabası Nijniy-Novgorod’lu (SSCB döneminde kentin adı Gorkiy’di) üstünkörü bir serftir. Tarihler 1793’ü gösterdiğinde güneye inerek Astrakhan iline bağlı ve şehre 47 verst uzalıktaki Novopavlovskaya (Yeni Pavlov) kasabasına yerleşir. Burası, biraz ileride denize karışacak olan Volga Nehri’nin kıyısı üzerinde yer alıyordu. 1803’te Nikolay Vasilyeviç doğrudan Astrakhan’a göçmeye karar verir.

Buraya geldikten tam beş sene sonra kentin ticaret konseyinin bünyesindeki terziler odasına kaydolur. O zamanlar -ki halen öyle- şehrin en canlı merkezi mahallesinde, dünyaca meşhur Beyaz Kremlin’e sadece birkaç yüz metre mesafede, bir itfaiyeci çırağının evini taksitle satın alır. Bu semt, iskeleye çok yakın olduğu gibi, o vakitlerde daha çok sıradan halkın ikamet ettiği, hanlarla dolu bir bölgedir. İşte şu anda gezmekte olduğumuz bu müze-evde A.A Simirnova’yla evliliğinden, aralarında Lenin’in babası İlya Nikolayeviç Ulyanov’un da olduğu beş çocuk dünyaya gelecektir.

AİLENİN SORUMLULUĞU VASİLİY NİKOLAYEVİÇ’İN ÜZERİNE BİNER

N.V. Ulyanov ve A.A Ulyanova’nın, 1812’de daha 4 aylıkken yitirdikleri Aleksandr adlı bebeklerinden sonra sırasıyla Vasiliy, Mariya, Fedosya ve en sonu İlya (Lenin’in babası) isminde çocukları doğar (1831). 1836 yılına gelindiğinde Ulyanov ailesi babalarının ölümü ile sarsılır. Bu esnada İlya sadece 5 yaşındadır… Ailenin en büyük erkek çocuğu olan Vasiliy 17’sine gelmiş, neredeyse yetişkin bir gençtir o sırada. Ve tabiatıyla hanenin tüm maddi sorumluluğu bir anda onun omuzlarına yıkılmış olur. İçinde müthiş bir yüksek tahsil yapma tutkusu olan Vasiliy, hayat şartlarından dolayı bu emelini kendisi için olamasa da küçük erkek kardeşi İlya için gerçekleştirebilecektir. Gençliği önce hidroklorik gözetmenliği ardından da balık ürünleri üreten “Sapojnikov Kardeşler” firmasında kamarotluk yaparak geçer. Böylelikle Lenin’in büyük amcası, hem bütün bir aileyi geçindirirken hem de ufak kardeşi İlya’nın tüm okuma masraflarını üstlenir. Tüm bunlardan dolayı duvarda Lenin’in babasının yanında neden amcasının da portresinin durmakta olduğunu şimdi çok daha iyi anlıyoruz.

İLYA NİKOLAYEVİÇ ULYANOV KAZAN YOLUNU AÇIYOR

1843 yılında gimnazyuma (lise) giren İlya burayı gümüş madalya alarak bitirir ve 1850 senesinde Kazan Üniversitesi Fizik-Matematik Fakültesine kabul edilmeye hak kazanır. Burayı da başarıyla bitirdikten sonra bölgenin önde gelen pedagog-eğitimcilerinden birisi olmuştur artık. Sonra art arda Penza ve Nijniy Novgorod’da öğretmenlik yapmasının ardından Simbirsk kentindeki halk okulunda eğitim denetçisi ve müdür olarak görev alır. Bu noktada artık Lenin’in de dünyaya geleceği şehre gelmiş bulunuyoruz. İlya Nikolayeviç Ulyanov’un 1863 yılında, emekli bir tıp müfettişinin kızı olan Mariya Aleksandrovna Blank ile hayatını birleştirmesinden tam yedi yıl sonra Lenin (Nikolay) dünyaya gelecektir.

SOYAĞACI, AİLENİN EŞYALARI VE MÜZENİN GERİ KALANI

Müzenin bu odasının girişinde sol tarafta ufaltılmış büyükçe bir soyağacı göze çarpıyor. 

İnanması gerçekten güç ancak karşımda, Lenin’in 13. yüzyıla kadar giden kökenini gösteren çok detaylı bir şema duruyor. Çalışmayı yapan ise, St. Petersburg Yahudi Enstitüsü doçenti ve aynı zamanda “Rusya Soy Bilim Topluluğu” Üyesi Mikhail Girşeviç Şteyn. Çatı katıyla birlikte toplam üç katta ve altı büyük odaya sahip müzede Ulyanov ailesinin kişisel eşyaları salt bu odada sergileniyor. İki asırlık bu eşyalar arasında masadan, aynalı şifonyere, camlı dolaptan, duvar saatine, semaverden, fincan takımına, bir dolu iskemleden, çok büyük bir sandığa; belli başlı demirbaş mobilyaların hemen hemen hepsi mevcut. Hatta köşede bir de tarihi müstakil evin bir maketi duruyor. Gene duvarda önemli iki resmi fark ediyorum. Bir tanesi Fedosya Nikolayevna Ulyanova’nın (Lenin’in halası) Astrakhan’daki akrabalarını 1903 yılındaki ziyareti sırasından bugüne kalan bir kare. Diğerinde ise kentte kalan sülale fertlerinin aile mezarlığı gözüküyor. Evin geri kalan bölmelerinde ise, tahmin edileceği üzere Astrakhan’ın 16.-17. asırlardan itibaren ekonomik, sosyal, teknik ve kültürel gelişimine; şehir hayatı, sivil kültürü ve eğitim yaşamına dair pavyonlar, malzemeler ve resimler teşhir ediliyor. Ulyanovlar’ın Müze Evi’nin açılışı 16 Nisan 1970 tarihinde yapılır. İçerisindeki sergi materyali, Astrakhan Eyaleti Tarih – Mimarlık Müzeleri’nin bilimsel çalışma kolektifi ile Leningrad Resim-Süsleme Sanatları Kurumu’nun sanatkârları tarafından ortaklaşa hazırlanır.


Birkaç saatlik çok yoğun bir müze turunun ardından görevli hanımefendiye, Ulyanov’ların eşyalarının bulunduğu odada bir hatır fotoğrafımı çekmesini rica ediyorum. O da belki de karşılığında benden, müze defterine bir şeyler yazmamı istiyor kibarca…

PUŞKİN’İ NASIL ANLATMALI?


Ataol Behramoğlu
“Milliyet Sanat”

Yapıtlarının tümünü asıllarından ve birçok kez okuduğum, Türkçede iki kalın cilt tutan anlatı (roman-öykü) türünde yapıtlarını birkaç yıl emek vererek dilimize çevirdiğim, yani üstünde yoğun biçimde kafa yorduğum Aleksandr Puşkin üstüne yazmak bana her zaman güç gelmiştir… Rus edebiyatının herhangi bir başka yazarı üstüne, Gogol, Dostoyevski, Turgenyev, Çehov, Tolstoy vb. konusunda sanki daha kolaylıkla yazılabilirmiş duygusu var içimde… Onların yaşam süreçlerini ve yapıtlarındaki ana özellikleri bir tanıtma yazısı içinde özetlemek sanki daha kolay… Nereden geliyor bu duygu? Söz konusu yazarlar Puşkin’den daha mı az değerliler? Hiç kuşkusuz, söylenemez böyle bir şey… Ondan daha mı az yazmışlar, ya da daha mı az yoğun yaşamışlar? Böyle bir şey de söz konusu değil… 

Yukarda adını ettiğim yazarların her birinin toplu yapıtları Puşkin’inkinden daha çok sayfa tutar. Ve her birinin yaşamı, Puşkin’inkinden daha az yoğun ya da trajik değildir. Öyleyse Puşkin üstüne konuşma zorluğu nereden kaynaklanıyor?

Pek çok yazarın, zamanında büyük ün kazanmış ve değeri bugün de sürmekte olan pek çok yazarın, gerek anlatım biçimleri, gerekse yapıtlarındaki konular ve tartıştıkları sorunlar, yaşadıkları dönemlerin sınırları içinde kalmıştır… Turgenyev’in “Babalar ve Oğullar”ını düşünelim… Bu romanın sanatsal değerini, tartıştığı konuların bugünün toplumlarında da geçerli olan önemini yadsıyabilir miyiz? Fakat, Bazarov tipi, her şeye karşın yaşamayan bir tiptir artık. Canlılığı eksiktir. Yazıldığı dönemin tozları sinmiştir üstüne… Ve daha da ileri giderek “Suç ve Ceza”nın Raskolnikov’u ve “Savaş ve Barış”ın Natalya’sı için aynı şeyleri söyleyeceğim… Söz konusu yapıtların ölümsüz sanat değerlerine, yazarlarının tartışılmaz dehalarına karşın… Ve bir an, Çehov’un öykü ve oyun kahramanlarını düşünelim. Tüm canlılıklarına karşın, yer yer fazlaca romantik, ağır bir hava sinmiştir onların üstüne de…
Bu noktada, Puşkin’in yapıtlarını ve bu yapıtların kahramanlarını düşünüyorum… 

“Yüzbaşının Kızı”ndaki önemsiz bir tipi, Şvabrin’i düşünüyorum örneğin… Kıskançlık ve tutku yüzünden, kendi sınıfına ihanet eden, hiç inanmadığı halde Pugaçev hareketine katılan bu döneğin kişiliğinde bugünün şu ya da bu yönde döneklerinin, karyeristlerinin capcanlı çizgilerini görmemek olası mı?… Yine “Yüzbaşının Kızı”nda, belki önemsiz görülebilecek bir başka tipin, Pugaçev’in kurmaybaşkanı olan yaşlı köylünün kişiliğinde, Sovyet devrimindeki bir Çapayev’in, bizim Kurtuluş Savaşımızın herhangi bir halk liderinin, Zapata hareketine katılmış bir Meksikalı köylünün ve bugünün Türkiye’sinde ya da bir başka ülkesinde her an karşılaşabileceğimiz bilinçli ama tam da bilinçli olmayan, bu yüzden öfkeli ve eline olanak geçerse acımasız da olabilecek bir halk önderinin çizgilerini görmemek olası mı?.. Ve Pugaçev’in kendisinin abartmalardan alabildiğine arıtılmış, ne olumlu ne de olumsuz yönde şişirilmiş, olabildiğince yalın kişiliği; sanki günümüzün de bir halk kahramanı olabilecek kadar canlı betimlenmiştir. “Menzil Bekçisi”ndeki yaşlı adam, tüm dünyada yaşlı ve ezik halk insanlarının simgesi olacak kadar yalın ve gerçekçi çizgiler taşımaktadır. “Yevgeni Onegin”in Tatyana’sı, sadece Rusya’da değil tüm dünyada ve sadece yazıldığı yüzyılda değil bugünün dünyasında, sevgisine ihanet edilmiş onurlu bir kadının, bir taşra kızının, gösterişsiz, ama sapasağlam değerlerinin ölümsüz simgesi olmuştur.

Puşkin’in yapıtları üzerinde tek tek durulabilir; bunların erdemleri ve bugün eskimiş sayılabilecek yanları sayılıp dökülebilir… Fakat asıl güçlük, onu gerçekçi Rus edebiyatının kurucusu yapan; sadece 19. yüzyıl Rus edebiyatının değil günümüzde de Rus dilinde yazılan edebiyatın en büyük esinleyicilerinden, yol göstericilerinden biri kılan özelliklerini tanımlayabilmektir.

Yıllar önce Puşkin üstüne yazdığım bir yazıda sözünü ettiğim iki ciltlik çevirimin önsözünde) Gogol’ün Puşkin’e ilişkin bir saptamasına yer vermiştim. Gogol’ün, çağdaşı ve arkadaşı Puşkin’i çok iyi özetleyen bu cümlelerini buraya da almak istiyorum:

“Yüzbaşının Kızı” ile karşılaştırılınca bütün romanlarımız ve büyük hikâyelerimiz yavan kalıyor. Saflık, yumuşaklık, öyle bir yüksekliğe ulaşıyor ki bu yapıtta, gerçek bile yapmacık ve karikatürize edilmiş gibi görünüyor… Ortaya ilk olarak gerçekten de Rus karakterleri çıkıyor. Kalenin basit komutanı, karısı, bayraktar, biricik topuyla kalenin kendisi, zamanın karışıklığı, sıradan insanların o alçakgönüllü büyüklüğü… Bütün bunlar yalnız gerçek değil, onu da aşan bir şey…”

Gogol’ün sözlerindeki “saflık”, “yumuşaklık”, “alçakgönüllü büyüklük” kavramlarının altını çizmek istiyorum. Bunlar tek başlarına Puşkin’i özetlemezler. Fakat, “özlülük”, “yalınlık” kavramlarıyla birlikte, Puşkin’in yaratıcılığını kavramamıza yardım edecek anahtar sözcüklerdir.

Puşkin, hiç kuşkusuz, bir sanat dehasıdır. Çok sevdiği ve etkilendiği Shakespeare ölçüsünde bir yazardır kanımca… Shakespeare’in yapıtlarındaki halksal canlılık, zekâ, akıcılık, yalınlık, “alçakgönüllü büyüklük”, Puşkin’in yapıtları için de tümüyle geçerli değerlerdir. 1820 yılında yani yazarı henüz 21 yaşındayken yayımlanan “Ruslan ile Ludmila” destanından başlayarak, şiirlerinin büyük çoğunluğunda, “Boris Godunov” tragedyasında, ünlü şiir romanı, “Yevgeni Onegin”de ve “Yüzbaşının Kızı”nda, kısaca tüm yapıtlarında egemen olan; zekâ, duygu, alaycılık, yalınlık, özlülük, akıcılık gibi özelliklerin olağanüstü denebilecek bir dengeye ulaşmış olmasıdır. O, ne romantikler gibi gizemci, ne klasikçiler gibi tumturaklı, ne de kimi gerçekçiler gibi kuru ve didaktiktir. Yaratıcılığının kaynağında, Eski Yunan ve Latin klasiklerindeki yalınlık, Shakespeare’in halksal canlılığı, Byron’un kıvrak ve alaycı zekâsı, Fransız ve Rus aydınlanmacılığının ilerici ülküleri; ve kimi zaman köylü kılığına girerek panayırlarda konuşmalarına, türkülerine kulak kabarttığı Rus halkının tüm halklar gibi binlerce yıl ötelere uzanan damıtılmış, yalın bilgeliği vardır. Puşkin’in yapıtları, tüm bu özelliklerin olağanüstü bir sentezi ve hiç abartmaksızın söyleyebiliriz ki, erişilmesi, yinelenmesi çok güç bir plastik ve estetik düzeyin ölümsüz örnekleridir.

Puşkin üstüne yazma güçlüğü, onun bu özelliklerini tanımlama güçlüğünden doğuyor. “Alçakgönüllü büyüklüğü”; gerçeğin ta kendisinden kaynaklandığı ve alabildiğine yalın olduğu halde “gerçek değil, onu da aşan şey”i tanımlamak kolay değil çünkü. Bir de, tutkuları, coşkuları, kederleri, uçarılıkları, başkaldırıları ve özlemleriyle; kısaca, tek bir çizgiye indirgenemeyecek çok yönlü, bütünsel kişiliğiyle tüm zamanların çağdaşı kalacağına inandığım bu büyük yazarı, şematik kalıplara dökerek tanımlamaya çalışmak insanın içine sinmiyor.

Yüzbaşının Kızı-Puşkin


YÜZBAŞININ KIZI – ALEKSANDR SERGEYEVİÇ PUŞKİN “İHANET KARŞISINDA DÜRÜSTLÜĞÜN VE CESARETİN ZAFERİNİ ANLATAN ROMAN”


Yüzbaşının Kızı, Aleksandr Sergeyeviç Puşkin’in 1833-1836 yılları arasında yazdığı Rus edebiyatında büyük öneme sahip bir romanıdır.

Yüzbaşının Kızı, Pugaçov Ayaklanması sırasında Rus bir subayla görev yaptığı kale komutanı yüzbaşının kızı arasındaki duygusal ilişkileri konu alır. 18. yüzyıl Rusya’sında geçen roman, rejimin çalkantılı ve belirsiz olduğu dönemde orduya katılan genç asilzade Pyotr Andreyiç Grinyov ile taşralı Marya İvanovna arasındaki aşkı konu alır.

Ünlü isyancı Pugaçev’in önderliğinde gerçekleştirilen 1773 ayaklanması ve bu sırada yaşananlar da usta yazarın duru ve cesur anlatımıyla okura ulaştırılır. İhanet karşısında dürüstlüğün ve cesaretin zaferini anlatan roman, zamana karşı yenilmeden, çağımıza kadar kalıcılığını korumayı başarmıştır.

Puşkin’in ebedi dili akılcı, analitik, yalınlaştırılmış, gereksiz süsten ve yapmacıklıktan arındırılmış; neredeyse bu basitliğiyle etkileyicilik kazanmıştır. Yüzbaşının Kızı, Puşkin’in kendinden sonra gelenler üzerinde güçlü bir etki bıraktığı en önemli eseridir. Aynen olması gerektiği gibi, Ortodoks bir tavırla kaleme alınmış bir öykü olmasına rağmen, Rus gerçekçiliğinin neye dönüşmesi gerektiğini de tüm çıplaklığıyla sergilemektedir.

Tanıtım Yazısı

Puşkin, anlatı alanında başyapıtı olan ‘Yüzbaşının Kızı’nı 1836 yılında tamamlayıp yayınladı.

Gogol, bu romanla ilgili olarak şöyle demektedir: “Yüzbaşının Kızı ile karşılaştırılınca bütün romanlarımız ve büyük hikayelerimiz yavan kalıyor. Saflık, yumuşaklık öyle bir yüksekliğe ulaşıyor ki bu yapıtta, gerçek bile yapmacık ve karikatürize edilmiş gibi görünüyor. Ortaya gerçekten de ilk olarak Rus karakterleri çıkıyor. Kalenin basit komutanı, karısı, bayraktar, biricik topuyla kalenin kendisi, zamanın karışıklığı, sıradan insanların o alçakgönüllü büyüklüğü, bütün bunlar yalnızca gerçek değil, onu da aşan bir şey.”


Kitabın Künyesi

Yüzbaşının Kızı
Aleksandr Sergeyeviç Puşkin (Alexander Pushkin)
İş Bankası Kültür Yayınları / Yayınevi Genel Dizisi
Çeviri: Ataol Behramoğlu
İstanbul, 2001
133 sayfa

Dostoyevskiy'nin öğrettikleri

-Benim sana önerim, isteklerinde ölçülü ol! Benden 'yüce ve mükemmel' birşey bekleme. Gururun da yaralanmasın. Çünkü kendi kendine 'Nasıl oluyor da benim gibi yüksek bir insana, öyle adi bir şeytan görünüyor?' diye soruyorsun. Eh ne yapalım delikanlı? Senin karşına aslan ve güneş nişanımı takarak çıkmak isterdim. O zaman da neden bu nişanı taktığımı soracak, gene kızacaktın.
-Sus artık, yoksa seni öldürürüm!

Fyodor Mihailoviç Dostoyevskiy - Karamazov Kardeşler

24 Ocak 2016 Pazar

Keçiyi Beklerken


Keçiyi Beklerken


Metin Uçar

“Keçiyi Beklerken” Evrensel Basım Yayınevi’nin Türk okuruna sunduğu, okumaya değer bir roman.

Romanın yazarı Yevgeniy Panteleyeviç Dubrovin, Rusça’dan çevirisi Ali Rıza Dirik tarafından yapılmış.

"Keçiyi Beklerken", Dubrovin'in en önemli eserlerinden biri olarak kabul edilir.

Roman İkinci Dünya Savaşı’nda yaşanan binlerce insanlık dramından birini anlatıyor. Faşizmin tüm dünyaya dayattığı savaşın, Sovyetler Birliği coğrafyasında yarattığı dramatik bir manzara ile karşılaşıyoruz.

Romanın ustaca kullanılmış bir dil ile sunduğu anlatımda savaşın yarattığı toplumsal acılara; kasabalardaki, köylerdeki diz boyu yoksulluğa; annelerini babalarını kaybetmiş, evlerini terk edip ormanda yaşamaya alışmış, delikanlılıklarının eşiğindeki yeni yetme çocuklara; erkeklerin savaşa gittiği yerlerdeki çocukların başıboş yetişmelerine, çeteleşmelerine; kolhozlarda çalışan, erkeksiz kalan, yalnızlaşan kadınlara; savaştan yaralı dönmüş erkeklerin çalışmasına; insanların henüz arınamadığı sınıfsal farklılıklara tanıklık ediyoruz.

Bütün savaşlar kötüdür. Bu değiştirilemez gerçekliğinin farkındayız... tabii ki ancak insan bu romanı okurken içinde bu gerçekliği ve savaşın getirdiği acıyı çok daha derinden hissediyor.

Yevgeniy Panteleyeviç Dubrovin, savaşta öldüğü bildirilmiş bir askerin evini ve çocuklarının serüvenini anlatıyor. Yazarın romanın başkahramanının ağzından bir çocuk saflığı ve kıvrak zekâsıyla anlattığı olaylar dizisi acı bir sonla bitiyor.

Kitabı okurken şiddetle karşı karşıya kalan yetim çocukların ve yeni yetmelerin yazgısıyla sarsılıyor, bir yandan da çocukların sevimliliğinden, olayların mizahi yanından da etkileniyor; iyiliğin yaşama yeniden dönmesi ve kalıcılaşması davasında güç katmanın gerekliliğini tüm benliğinizde hissediyorsunuz. 

***

Türk okurunun Rus edebiyatına ilgisi ve hayranlığı hep büyük olmuştur. Bu ilgi ve hayranlığın halklar arasındaki sevginin ve saygının da en önemli belirteçlerinden biri olduğunu düşünüyorum.

Rus edebiyatından Türkçe’ye çevrilen ilk yapıt olduğu kabul edilen Griboyedov’un Akıldan Belâ (Gore ot uma) (1824) oyunundan başlayarak Rusça’dan Türkçe’ye edebi çevirinin uzun soluklu serüveni olmuştur.

Olmuştur da nasıl olmuştur? İşte konumuz ve asıl derdimiz bu.

Birçok okurun bilmediği bir de acı yanı var bu çeviri serüveninin. O da Rus klasiklerinin yıllar boyunca Rusça dışındaki başka dillerden çevrilmiş olmasıdır. Okurlar bu klasiklerin orijinalinden yapılan çevirilerini okumak ve bunun getireceği orijinaliteye yakınlık şansından mahrum kalmışlardır. Rusça’yı bilmenin verdiği karşılaştırma yapma imkanı bu konuda iddialı olmamın nedenidir.

Rusça’dan yapılan çeviriler Rusya’da yaşayan biri olarak beni özellikle ilgilendiriyor. Rus edebiyatının klasiklerini Türkçeden okuyan edebiyatseverlere senelerce haksızlık edildiğini düşünüyorum. Okurlar senelerce bu eserlerin İngilizce, Fransızca veya başka bir dilde basılan kitaplardan yapılan çevirilerini okudular. Yani tam anlamıyla “tavşanın suyunun suyu”.

Bana bazen Türkiye'den arkadaşlarım soruyorlar Rus klasiklerini hangi yayınevinden çıkanını tercih edelim diye.

Öncelikle kitabın girişinde çevirinin hangi dilden yapıldığına bakın derim. Eğer böyle bir bilgi yok ise yazarın adının nasıl yazıldığı da sizin için belirleyici olabilir. Mesela aslında Dostoyevskiy (Достое́вский)'i olarak yazılması gereken usta yazarın adını İngilizce şekli ile Dostoevsky yazan çevirileri tercih etmeyin. Orijinal eserden yapılan bir çeviriye göre çok şey kaybedeceğinizi söyleyebilirim. Tabii ki son karar sizin.

Bir arkadaşım, başından geçen şöyle bir olayı anlatmıştı:

Türkiye'de kitapçıda bir Rus yazarının kitabının kapağını çevirmeni kimmiş diye merak edip açıp, bakıyor: "İngilizce aslından çeviren (ismi lazım değil)" diye yazıyormuş. İngilizce aslından? Yani Rusça’dan başka bir dilde hiç yazmamış yazarın kitabını "İngilizce aslı"ndan çevirmişler. İlginç değil mi!

Rus klasiklerinin Türkçe’ye kazandırılması alanında oldukça yetersiz kaldığımızı düşünüyorum. Çünkü Rusça’dan yapılan çevirilerde de tatmin edici bir çalışma ile karşılaşma şansınız çok azdır. Çok kez elinde bulunanın bir klasik olduğu gerçeğinin gözardı edildiği hissedilen, Türkçe’si dahi bariz hatalar içeren çevirmenlerin çalışmaları ile yetinmek zorunda kalıyor okurlar.

Bu nedenle Rusça’dan çevrilmiş bir kitabı dahi almadan önce kim çevirmiş diye merak edip bakıyorum.

Diğer yandan durumun umutsuz olmadığını da görüyorum. Son yıllarda Rusça’nın bir dilbilimci olarak mürekkebbinin tadına bakmış ve ustalığını uzun yıllar Rusya’da yaşayarak pekiştirmiş insanların olması ve çeviri işine el atmış olmaları sevindirici.

Ali Rıza Dirik’in bu çevirmenlerden biridir.

“Keçiyi beklerken” romanının çevirmeni Ali Rıza Dirik, 1987 DTCF Rus Dili ve Edebiyatı mezunu, yani okullu. 1992 yılından bu yana da Rusya’da yaşıyor, turizm sektöründe çalışıyor. Evrensel Basım Yayın tarafından çevirisi yayınlanan eserler arasında “Ateşi Çalmak -4”, “Ateşi Çalmak 5-“, “Diplomasi Tarihi”, “Hipnozcunun Yeğeni”, “Keçiyi Beklerken” bulunuyor.

Kendisi edebiyat algı ve duygusu olan ve daha da önemlisi Rusça orijinalini dilimize kazandırma konusunda başarılı olduğunu düşündüğüm bir çevirmen.

Bu romanı çevirmeden önce okuyup, çok sevdiği hemen belli oluyor. Kitabı aslının ruhunu yitirmeden başarıyla aktarmış.


Henüz okumayanlara özellikle tavsiye ediyor ve keyifli okumalar diliyorum. Pişman olmayacaklarına eminim.

15 Ağustos 2015