Moskova

Moskova

15 Ekim 2016 Cumartesi

Tarkovski’den sinema dersleri

Semir Aslanyürek

Tarkovski'nin adını ilk işittiğimde Kiev'deydim. 

1979 yı­lının sonbaharıydı ve ben Kiev Devlet Üniversitesi'nin (o zamanki adıyla Kızıl Üniversite) hazırlık fakültesinde öğ­renciydim.
Öğrenci yurdunda Rusça öğrenmemize katkısı olur diye bizleri her odada bir Rus, bir yabancı öğrenci olarak yerleştirmişlerdi.

Ben odamda felsefe doktorası yapan Viktor Kremençuk adlı bir öğrenciyle kalıyordum. Viktor'un devam zorunluluğu olmadığı için vaktimizin çoğu beraber geçiyordu. Benim ağabeyim, babam, velim gibiydi. Benim paylaşacak pek bir şeyim olmasa da her şeyimizi paylaşıyorduk. Dil öğrenimime katkısı bir tarafa (tabii bana vii önce en felsefi küfürleri öğrettiğini tahmin etmek zor olmasa gerek) benim dünyayı algılayışıma, felsefeye duyduğum aşka katkısı büyük oldu. Özellikle ileride sinema okuyaca­ğım için iyi bir film vizyona girdiği zaman beni sinemaya götürüyor, filmi izledikten sonra beraberce eleştiriyor, yorumlar yapıyorduk.

Günün birinde Viktor bana bir sinema bileti aldığını söyledi. Akşam nişanlısına davetli olduğu için kendisi gelemeyecekti. Ben yalnız gitmenin sıkıcı olacağını söyledim, ama o ısrar etti ve bu filmin çok önemli olduğunu, ilk fırsatta tekrar beraber izleyebileceğimizi söyledi. Sözünü etti­ği film, o yıl vizyona giren Stalker'den başkası değildi. Gittim. İleride hayatımın kült filmi olacak bu film bana çok sıkı­cı gelmişti. Üç buçuk saat süren bu filmin birinci serisini koltuğumda otururken sıkılarak izledim. İkinci seri başladığı zaman salonu terk etmeye karar verdim ve salonun kapısında durup, "Biraz daha bekleyeyim, bakalım ne olacak," diyerek biraz daha izledim. Sonra biraz daha derken, kapı­ya yakın bir koltuğa oturup film bitene kadar salonu terk etmeyle terk etmeme arasında gidip geldim. Sonunda film bitti. Kafam allak bullaktı. Viktor'un bana öğrettiği bütün küfürleri kendisine iletmeye başladım. Daha sonra, yurda geldim. Benim gelmemden biraz sonra Viktor çıkageldi. Hafif içkiliydi. Ben depresyona girmiş gibi suratımdan dü­şen bin parça misali, çalışma masamın arkasında oturmuş, günlüğümü yazmaya çalışıyordum. Ama bir şey de yazamı­yordum. Viktor elbiselerini değiştirirken bana bakıp her zamanki neşeli haliyle sordu:

"Nasılsın?"

"Berbat," diye cevap verdim.

"O senin her zamanki halin, yeni bir şey söyle," dedi ve ekledi: "Nasıl, filmi beğendin mi?"

Ne diyeceğimi bilemiyordum, 'beğenmemek' az geliyordu. Daha okkalı bir şey söyleme gereği duyuyordum.

Viktor cevap vermemi beklemeden, "Anlaşıldı," dedi. "Filmi anlamayacağını tahmin ediyordum. Ama bak, bu filmi bir kez izleyip anlayan yoktur neredeyse. Bu yüzden bir daha izleyeceğiz. Hafta sonu Nina'ya söz verdim. Hep beraber gideceğiz."

"Siz Nina'yla gidin Vitya, ben tekrar üç buçuk saat iş­kence görmek istemiyorum," dedim.

O gün neredeyse sabaha kadar filmi konuştuk. Viktor filmle ilgili çok ilginç şeyler anlattı. Yok, filmi anlamamamda henüz Rusça'yı iyi bilmiyor olmamın da katkısı varmış; yok, Hollywood filmlerine alışmış olmam bir engelmiş; yok, bu filmle ilk kez sinemayla felsefe yapılabileceği gösteriliyormuş; yok, bu yeni bir ekolmüş, ve saire... Hafta sonu üçümüz tekrar Stalker'i izlemeye gittik. İkinci izleme bana ilki kadar itici gelmemişti. Film bana göre fena değildi ama Viktor'un dediği gibi mükemmel de değildi.

Stalker'i üçüncü defa izlemem VGİK'te oldu.

Artık SSCB Devlet Sinema Enstitüsü, Film Yönetmenliği Fakültesi birinci sınıfındaydım. Tuhaftır, üçüncü kez izlerken bu filmi daha önce izlememişim gibi bir duyguya kapıldım. 

Bana olduk­ça enteresan gelmeye başlamıştı. Hatta filmi izledikten sonra atölye arkadaşlarımdan birine bunu söylemiştim. O da, "Ee azizim, VGİK seni geliştiriyor, bu iyiye işaret," demişti.

Aradan zaman geçti ve Tarkovski'nin o güne değin çektiği bütün filmleri izlemeye başladım. İvan'ın Çocukluğu, Andrey Rublyov, Solaris, Ayna... Bu filmleri yine iyi anladığım söylenemezdi. Ama Solaris'te okulumuzun Görüntü Yönetmenliği fakültesinde, görüntü atölyesi olan büyük usta Vadim Yusov'un görüntülerine doymak mümkün değildi. Kı­sacası, artık Tarkovski'nin kim olduğunu, Sovyet rejimine 'muhalif olduğunu, vs. öğrenmiştim. Hatta Türkiye'ye dönene kadar, belki de Sovyetler Birliği'nin dağılışına kadar Tarkovski'nin 'anti-Sovyet' bir kişilik olduğuna inanıyordum. Öğrenciler arasında çok sevilmekle beraber pek egoist oldu­ ğu da bazen vurgulanırdı. Hatta Tarkovski, okul hayatımızda öğrenciler arasında en çok konuşulup tartışılan yönetmen olmuştu. Onu taklit etmek, kısa filmini onun tarzında çekmeye çalışmak, olur olmaz uzun planlar çekmek, sanı­rım sadece bizim okulda değil, bütün genç sinemacılar arasında en çok tutulan yoldu.

1984 yılında efsane yönetmen Tarkovski'nin Batı'ya iltica ettiği haberleri okulumuza bomba gibi düştü. Bir sürü öğrenci gibi ben de çok üzülmüştüm. Çoğu öğrenci Sovyetler'den Batı'ya iltica eden diğer yönetmenler gibi Tarkovski'nin de artık dişe dokunur bir şeyler yapamayacağını söylüyordu. Nedense ben de aynı fikirdeydim. Çok sonralan bu görüşümüzün pek yanlış olmadığını da gördüm.

Özellikle Batı'nın artık alenen açığa vurduğu ve saklamaya hiç gerek görmediği ikiyüzlülüğünü (çok yüzlülüğü demek daha doğru olur) iyice gördüğümüz ve pek de iyi kanıksayıp özümsediğimiz bu günlerde Batı'nın 'kara kaşı, kara gözü' için hiçbir allahın kuluna iltica hakkı tanımadığını herkesin çok iyi bildiğini sanıyorum. Bir de Soğuk Savaş'ın en şiddetli haliyle sürdüğü, üçüncü sınıf kovboy filmlerinin 'yakışıklı' oyuncusu ve dönemin ABD başkam Ronald Reagan'ın İsrail'i ziyaret ettiği bir sırada etrafını saran basın mensuplarına 'esprili' bir şekilde, "Moskova henüz yeryü­zünden silinmedi," gibi laflar ettiği bir dönemde Tarkovski gibi yaşarken mit haline gelmiş bir yönetmenin ilticasının Batı tarafından nasıl kullanılacağını artık siz düşünün.

Nitekim çok kötü kullanıldı da! İlk başta Batı'nın Batı'dan daha ikiyüzlü kiliselerinin Tarkovski'yi ödüllere bo­ğup onu bir aziz ilan etmedikleri kalmıştı. Ayrıca, büyük Rus dahisi Lev Nikolayeviç Tolstoy'un Müslümanlığı gizliden gizliye kabul ettiği ve 'gizli bir Müslüman' olduğunun bir kesim tarafından iddia edildiği ülkemizde, Tarkovski'nin de bir Müslümanlığı ilan edilmediği kalmıştır. Özellikle din ticareti yapan kurumlar ve televizyon kanalları hidayete eren eski solcuların sunumlarıyla bir dönem neredeyse her gün Tarkovski programları yapıp onun filmlerini göstermişlerdir.

Fakat aradan yıllar geçti, Sovyetler Birliği dağıldı. Ben uzun bir işkence ve sakıncalı piyade döneminden sonra Marmara Üniversitesi'nde kadrolu olarak çalışmaya başlamıştım. 1992 yılında Kültür Bakanlığı'ndan aldığım 30 milyon TL destekle (o zamanın parasıyla 25 bin dolara eşit bir paraydı bu) Moskova'da Vagon filminin çekimlerine başladım. Bu esnada İskusstvo Kino (Sinema Sanatı) dergisinde Tarkovski'nin bir zamanlar Yüksek Rejisörlük Kursları'nda okuduğu derslerin birkaç sayıda yayınlandığını gördüm. Dergi arkadaşımındı ve neredeyse bütün sayılarım toplamıştı. Ondan, Tarkovski'nin Sinema Dersleri'nin yayınlandığı üç-dört sayısını fotokopi yapıp bana vermesini rica ettim. Öyle de yaptı. O sırada bu dersleri hızlıca okuduğumdan çok önemsememiştim. Film çekiyordum ve her zamanki gibi bütçenin yarısını bile karşılayacak param yoktu. Fotokopileri yanıma aldım. Bundan üç yıl kadar önce de kitaplarımı düzenlerken fotokopilere rastladım ve onları çevirmeye karar verdim. Vaktim yoktu, bu yüzden her gün bir satır, bir paragraf derken çeviri bitti. Şimdi onları çevirdiğime çok memnunum ve bunun hayatımda yaptığım en olumlu işlerden biri olduğunu söyleyebilirim.

Tarkovski, sinema var oldukça unutulmayacak bir isim. Mühürlenmiş Zaman adlı eserini ancak Türkiye'ye döndükten sonra okuduğumda, Sovyetler Birliği'nde olduğum zamanlardan daha fazla ilgimi çekmeye başlamıştı. Uzun yıllar sonra Tarkovski'nin asla ve asla bir karşı-devrimci olmadığına kanaat getirdim. Tarkovski Sovyetler'e karşı değildi. Fakat son yıllarda türemiş olan bürokrasiye karşıydı. Tarkovski belki dindar biriydi. Ama asla ve asla din taciri de­ ğildi. Hatta Mühürlenmiş Zaman kitabındaki şu sözlerinden dine nasıl yaklaştığını çok iyi anlayabiliriz: "Bilim geliştik­ çe tanrıyı yadsır, sanat ise bunun farkında olduğu halde tanrıyla birarada yaşamım sürdürebilir."

Kısacası, sanat onun gözünde bir maneviyat işiydi. Eğer sadece insanın vicdanıyla ilgiliyse (yani dini istismar eden, din bezirganlığı yapan kurumlar yoksa) din de öyledir.
Bir gün Altyazı dergisinden genç bir arkadaş, Türkiye' deki yönetmenlerin fotoğrafını çekip her birinin fotoğrafının altına o yönetmenin gözünde sanatın ne ifade ettiğini anlatan bir cümle yazıp, fotoğrafları Beyoğlu Sineması'mn fuayesinde sergileyeceklerini söyledi ve benim de fotoğrafımı çekti. Ben o zaman, "Sanatçı gerçeğin tapınağının bir rahibidir. Sanatçı içinde yaşadığı toplumun vicdanının sesidir," şeklinde bir cümlenin fotoğrafımın altına yazılmasını istemiştim. Şayet Tarkovski'nin Mühürlenmiş Zaman kitabını okumasaydım böyle bir cümle kurmak belki de aklıma gelmezdi. Tarkovski de dinden bahsettiğinde, "Ve tanrı Adem'i cennetten kovduğunda, bundan sonra ekmeğini alnının terine banarak yiyeceksin!" şeklinde Mukaddes Kitap'tan bir alıntıyla sözlerine başlar. Benim kanaatimce, Tarkovski'nin dindarlığı daha çok insanın alın teriyle ve vicdanıyla ilgilidir. Din bundan ibaretse dindar olmanın bence hiçbir sakıncası yoktur!

Sonuç itibariyle Tarkovski, Mühürlenmiş Zaman kitabında belirttiği gibi, kendisi de gerçeğin şaşmaz bir arayıcısıydı. O "bir kerecik olsun kendi haklılığını kanıtlamak için elinden geleni ardına koymayan eksantrik bir sanatçı" de­ğildi. O "doğanın bir mucize kabilinden kendisine bahşettiği yeteneğinin bedelini ödemek zorunda olan bir hizmetkardı". Hem de bu bedeli hayatıyla ödeyen bir hizmetkar ...


Semir Aslanyürek, İstanbul, 18 Mart 2012

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder